Mezunlarla İlişkiler

Bahri Yılmaz

Zoom
20 Eyl 2011
Bahri Yılmaz
Çin Nereye Koşuyor?

Mao’nun 1976 yılında ölümünden sonra, 1978 yılında üçüncü defa iktidara gelen Deng Xiaoping’in Çin’i dünyaya açması ile yeni bir dönem başlamıştır. Deng Xiaoping, Çin Komünist Partisi’nin (KPC) 11. Merkez Komitesi toplantısında, mevcut rejimin ideolojiye değil, ekonomik kalkınmaya öncelik vereceğini belirtmiştir. Deng bu değişikliği “kedinin siyah ve beyaz olması önemli değil, önemli olan fareyi yakalamasıdır” şeklinde yorumlamıştır.

O tarihten itibaren Çin hızlı bir değişim ve modernleşme sürecine girmiş ve kısa zamanda alınan sonuçlar inanılmaz boyutlara ulaşmıştır (Bkz. Farred Zakaria 2008). Çin’in son otuz yıldaki büyüme hızı yaklaşık % 9 dolaylarında seyretmektedir. Bu iktisat tarihinin kaydettiği en hızlı büyüme hızlarından birisidir. Aynı dönemde 400 milyon insan fakirlik sınırının üzerine çekilmiştir. İhracatın GSMY’ye oranı %70’e yükselmiştir. Bu başarının görsel bölümünü Pekin Olimpiyatları sırasında izleme olanağını bulduk. Çin’in elindeki döviz rezervlerinin toplamı 1.5 trilyon ABD Dolarıdır. Bu rakam Japonya’nın sahip olduğu döviz rezervlerinin %50’sinden daha fazla ve AB’ye üye 27 ülkenin toplam döviz rezervlerinden üç defa daha büyüktür. Yapılan tahminler Çin’in 2030’larda dünyanın en büyük ekonomisine sahip olacağını göstermektedir. Bugünlerde Şanghay’ı ziyaret edenler bu şehrin 22. yüzyılda yaşadığını göreceklerdir. Kısacası, Çin dünyanın en hızlı büyüyen, en büyük imalat sanayine sahip ikinci büyük tüketici, en fazla tasarruf eden ülkesidir. Aynı zamanda da ABD’nin bütçe açığını da finanse etmektedir.

Burada sorulması ve yanıtlanması gereken sorular şunlardır: Çin’in bu başarılı performansının arkasında yatan belirleyici faktörler nelerdir? Bir komünist parti tarafından yönetilen ve piyasa ekonomisinin devletin yönetiminde şekillendirildiği bir ekonomik sistemden bahsediyoruz. Bir başka deyişle Çin, günümüzün neo-klasik iktisatçılarının desteklediği “Washington Consensus” içersinde yer alan ve gelişmekte olan ülkelere önerilen klasik reçetelerin dışında, kendisine özgü kararlı ve bilinçli bir yol izlemektedir.

Şimdi kısaca bu ekonomik başarının arkasındaki faktörleri kendi görüş açımdan analiz etmek istiyorum. Daha sonra bu hızlı kalkınmanın yarattığı ekonomik ve sosyal sorunları ortaya koymaya çalışacağım.

Uzak Doğu ülkelerinin başarılı modellerini açıklamaya çalışırken değişik tezler öne sürülmüştür. Bunlardan en önemli iki tanesi: Karl Marx’ın öne sürdüğü, ‘alt yapı üst yapıyı belirler’ tezidir. Bir başka deyişle, ideoloji ve etik alt yapıyı oluşturan materyalistik koşulların -öncelikle ekonomik koşulların- yansımasıdır. Buna karşın ünlü Alman sosyolog Max Weber 1920 yılında yayınlanan “Protestant Ethic and Spirit of Capitalism” başlıklı yazı dizisinde ise tam aksi görüşü savunmaktadır. Ona göre üst yapı, alt yapıyı belirler. Kısacası, etik her toplumda mevcuttur ve ekonomik yapı ile toplum etiği birbirleriyle uyuşmuyorlarsa, bu toplumda yeni bir ekonomik yapı oluşamaz. Bunun sonucunda, ister istemez toplumdaki mevcut etik ile uyuşan bir ekonomik sistem ortaya çıkacaktır. Bu ilişkiyi ortaya çıkarabilmek için Weber, önemli dünya dinlerini incelemiş ve bunların ekonomik gelişmeye katkısını araştırmıştır. Ünlü Japon iktisatçısı Michio Morishima’nın derslerini Bonn Üniversitesi’ndeki öğrenciliğim sırasında izlemiştim. Kendisi Japonya’nın başarısının nedenlerini anlatıyordu. Konfüçyanizm ile Japonya’nın ekonomik başarısı arasındaki ilişkiyi Japon mucizesinin ana nedenlerinden birisi olarak açıklamaya çalışmıştı. Daha sonra da yayınladığı “Why has Japan succeeded” (Japonya neden başarılı oldu?) (1982) adlı kitabında konuyu daha da derinleştirdiğini görüyoruz.

1994 yılında Güney Kore hükümetinden aldığım bir araştırma bursu ile Seul’da “Korean Development Institute” (KDI)’de çalışma fırsatı buldum. Amacım, Türkiye ile Güney Kore’nin ekonomik gelişmelerini belirleyen faktörleri araştırmaktı. Çalışmalarım sırasında, Güney Kore ile Japonya’nın kalkınma süreçleri arasında çok yakın benzerlikler tespit ettim ve Konfüçyanizmin ekonomik kalkınmadaki belirleyici rolünü anlamaya çalıştım. Bugünkü tespitim, Çin de dahil olmak üzere diğer Uzak Doğu ülkeleri, aralarındaki bazı farklılıklara rağmen Japonya’nın başlattığı aynı yoldan yürümektedirler.

Uzun süredir Batı’da yaşayan insanlar, Çin halkının tamamını kapsayan dini inanışların olmadığını çok geç fark etmişlerdir. Çin, tek tanrılı, üç dünyevi dinin (Hıristiyanlık, Musevilik ve Müslümanlık) dışında kalmış ve peygamberlere sahip olmamıştır. Budizm’in, İslam’ın ve Hristiyanlık’ın yayılması için yapılan faaliyetlerin dışında, ülke içersinde geniş çapta dini kaynaklı mezhep çatışmaları ve reform hareketleri Çin toprakları üzerinde ortaya çıkmamıştır. Bazı insanlar Konfüçyanizmin bir din olduğuna inanırlar. Ünlü Çin tarihçisi Josef Needham’a göre, diğer tek tanrılı dinler ile karşılaştırıldığında Konfüçyanizm bir din değildir; bir yaşam felsefesidir. Konfüçyüs bir öğretmendir. Konfüçyüs felsefesinin temelinde çatışma yerine, mevcut koşullara harmoni (uyum) gereği yatar. Bir başka deyişle, “uzlaşmaya” hazır olmak. Diğer önemli bir kural, insanların eğitilebileceğine olan inançtır. Bir başka kural da toplumda hiyerarşiye olan saygıdır. Konfüçyüs felsefesinin diğer temel ilkeleri; insan sevgisi, adalet, bilgi ve sadakattir. Avrupa’da Aydınlama döneminde Voltaire, Immanuel Kant ve Leibniz gibi yazarların Konfüçyus’tan etkilendiklerini gözlemlemekteyiz. İlginçtir, 1700–1709 yılları arasında Avrupa’da Çin hakkında 599 çalışma yayınlanmıştır. Kant, Konfüçyüs’ü “Çin’in Sokrates’i” olarak tanımlamıştır.

Bu yaziyi paylas