21. yüzyılın yükselen ülkesinin Çin olduğu konusunda herkes hemfikir. Çin’deki hızlı ekonomik büyümeyi açıklarken, ekonominin bir sosyal bilim olduğunu unutarak ve sadece ekonomik göstergelere bakarak anlatmanın eksik ve yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Biz iktisatçılar zaman zaman ekonomi biliminin bir sosyal bilim olduğunu ve özellikle tarih ve sosyoloji ile olan yakın ilişkisini göz ardı ederiz. Kurduğumuz matematik ağırlıklı soyut ekonomik modellerin genellikle her yerde ve her toplumda aynı sonuçları vereceğine inanırız. Bu nedenlerden dolayı da, Çin’in bu olağanüstü ekonomik başarısının nedenlerini açıklamanın, bu ülkenin sahip olduğu 4.000 yıllık tarihsel ve kültürel birikimin önemini ve etkisini dikkate almadan son derece zor olacağına inanıyorum.
Çin’in bugünkü başarısını açıklamadan önce, bu ülkenin tarihinin dönüm noktalarını kısaca özetlemekte yarar var. Bugün elimizde bulunan yazılı belgelere göre Çin’in geçmişi günümüzden 4.000 yıl öncesine kadar gitmektedir. İşin ilginç yönü ise, tüm tarihi çalkantılara rağmen ayakta kalabilen ender kültürlerden birisidir. Bugün Çin hakkında kamuoyundaki bilgilerimiz ünlü Çin Duvarı’nın yanı sıra iki önemli tarihi kişilik üzerinde toplanır: Konfüçyüs (551–478 B.C.) ve Mao Zedong (1893–1976).
Ortaçağda Avrupa, tarihinin karanlık dönemini yaşarken ve Katolik kilisesinin her alandaki baskısı altında yaşamını sürdürürken, Arap dünyası ve Çin, teknoloji ve bilimsel alanlarda üstün bir medeniyete sahipti. Arap dünyası eski Yunan filozoflarından Aristoteles başta olmak üzere, Yunan klasiklerini Arapça ve İbranice dillerine çevirirken öte yanda Çin, kağıt ve matbaanın kullanımının yanı sıra, çelik, top, barut ve roket üretiyordu.
Örneğin 15. yüzyılda Çin medeniyetinin denizcilikte de ileri bir gelişme kaydettiği görülebilir. Zira 1492 yılında Christopher Columbus, bilmeden tarihin en önemli keşiflerinden birini yapmak üzere sefere çıkmışken, bundan 87 yıl önce Zheng He adındaki Çinli amiral, yedi seferinden ilkini Pasifik ve Hint Okyanuslarına doğru gerçekleştirmişti. Zeng’in gemileri Columbus ve Vasco da Gama’nın gemilerinden daha büyük ve daha güçlü inşa edilmişti. Columbus, Amerika’yı keşfe giderken 4 gemi ve 150 denizci ile yola çıkmıştı. Buna karşın, Amiral Zeng 1405 yılındaki bu ilk seferine 317 gemi ve 28.000 denizci ile sefere açılmıştı. Çin deniz filosunun en büyük gemileri olan “treasure ships” 400 feet uzunluğunda ve Columbus’un amiral gemisi Santa Maria’dan dört kat daha uzundu. Çin’de inşa edilen gemilerin her biri için 300 hektar alanlık bir ormandan getirilen ağaçlar kullanılıyordu. Atları, yiyecek ve giyecek, su ve askerleri taşımak için de ayrıca özel gemiler inşa edilmişti. Tersanenin yeri olarak Nankin limanı seçilmişti. 1405 yılını izleyen üç yıl içersinde 1681 gemi daha inşa edildi. O yıllarda Avrupa’da böyle bir sayı hayal dahi edilemezdi. Ming hanedanı döneminde Zeng, 1405–1433 yılları arasında Hint Okyanusu ve Güney Asya’ya seferler düzenledi. Her seferinde pahalı metaller, bitkiler, meyveler ve kralın hayvanat bahçesi için o dönemde bilinmeyen türden hayvanlar getiriyordu.
Ancak Amiral Zeng’in hikayesi kötü bir şekilde sona erdi. 1430’dan sonra gelen imparatorlar, içe dönük politikalara öncelik tanıdılar. 1525–1551 arasında deniz aşırı seferlere ve ticarete son verdiler. Gemi inşa etmek yasaklandı ve mevcut gemiler tahrip edildi. Böylece, Çin’in gemi sanayisi çöktü. Çin Ming hanedanı (1644) onu izleyen Ching veya Mandschu hanedanlarından itibaren kendi içine kapanmış ve o tarihten itibaren 1911/12 yılında imparatorluğun kaldırılması ve cumhuriyetin ilanına kadar ülke derin bir sessizliğe gömülmüştür. Bu olaylardan ancak üç yüz yıl sonra ilk defa bir Çin gemisi sefere çıkarak 1851’de Londra’da düzenlenen Büyük Dünya Fuarı’na katıldı.
Buna karşın, Avrupa 15. yüzyıldan itibaren yeni kıtaların keşfi ile birlikte genişlerken, aynı zamanda bu kıtalardaki ekonomik, sosyal ve kültürel düzen tahrip edilerek ve bazen de acımasız bir şekilde çökertildi. Kolonileşme ve sömürü düzeni doğrudan ülkeler tarafından değil, ünlü “Deutsch-British East India” ve Fransız “Compagne des Indes” şirketleri tarafından başlatıldı. Fakat bu şirketlerin yaptıkları yatırımları ve ekonomik çıkarları koruyabilmek için ülkeler, kendi sömürge yönetimlerini kurmaya ve kendi idari ve eğitim düzenlerini bu ülkelerde yerleştirmeye başladılar. Bunlara Hıristiyan misyonerler de katıldı. Harvard’lı tarihçi Niall Ferguson “Empire”(2003) adlı kitabında İngiliz İmparatorluğu’nun İngilizce dilini, bankacılık ve hukuk sistemini (common law), Protestanlığı, takım sporlarını, devlet yönetimini ve bağımsızlık fikrini bu ülkelere taşımakta ve yerleştirmekte son derece başarılı olduğunu belirtir.
Uzak Doğu’da, Portekizliler, İngilizler, Hollandalılar ve sonraları Japonlar değişik yöre ve zamanlarda egemenliklerini yoğun bir biçimde sürdürmüşlerdir. 19. yüzyılın başlarında zayıf Çin hanedanın İngiliz ve Fransızlara karşı giriştiği “opium” (afyon) ticaretini önleme girişimi, “opium wars” (afyon savaşları) adı verilen İngiliz – Çin savaşlarına dönüşmüştür. Savaşları kaybeden Çin, tavizler vermek zorunda kalmış ve Hong Kong başta olmak üzere beş limanını İngiliz yönetimine bırakmıştır.
Aynı şekilde, 1853 yılında bu sefer Amerikan donanması Japon kara sularını girmiş ve bu ülkenin asırlardan beri devam eden izolasyonuna son vermiştir. Japonya da, ABD’ye ticari tavizler vermek zorunda kalmıştır. 1895 yılında Japonya karşısında savaşı kaybeden Çin, Tayvan’ı da kaybetmiştir. İmparatorluğun kalkmasının ardından Japonlar önce Kore’yi ve daha sonrada Mançurya’yı ele geçirmişlerdir.
1937 yılında da Japon ordusu, Şangay ve Nankin (burada Japonların büyük katliamından bahsedilir) kentlerini istila ederken, aynı dönemde Çin’de iç savaş başlamıştı. Çin’in üç yüzyıldır devam eden içten çöküşü, bu defa da dış güçlerden kaynaklanan baskıyla daha da hızlanmıştır. Hiç kimse İkinci Dünya Savaşı sonrasında Çin’in ayağa kalkabileceğini hesaplayamamıştır. Fakat Mao Zedong’un önderliğindeki komünistler, bu iç savaşı milliyetçi Chiang Kai-sek güçlerine karşı zaferle kazanarak sonlandırmış ve 1948-49’da Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Çin halkı 1949–1976 yılları arasında Mao’nun yönetiminde komünist devrimini çok kanlı bir şekilde gerçekleştirmeye başladı. Bunlar arasında “Büyük Atılım” adı altındaki kampanya da milyonlarca insanı açlığa mahkûm etti. Arkasından gelen “Kültür Devrimi” de aynı şekilde insanlarının ölmesine ve acılar çekmesine neden oldu.