Kısa bir süre önce katıldığım Salzburg Global Semineri’nde, bölgeden gelen uzmanlar ile Çin’i ve diğer bölge ülkelerle ilişkilerini tartıştık. Burada tartışılan temel konu, Çin’in bölge ülkelerle olan ekonomik, politik ve güvenlik konulu ilişkileridir ve en merak edilen konulardan birisi de 1949 yılında Mao Zedong ile başlayan Marksist-Leninist ideolojinin ortadan kalkması ile birlikte bu vakumu hangi ideolojinin dolduracağıdır. İyimser beklenti, bunun “Konfüçyanizm” ile doldurulabileceği ve modern Çin için bunun en uygun ideoloji olduğu görüşüdür. Bunun da somut göstergesi Çin’de son yıllarda çok sayıda “Konfüçyüs” eğitim merkezlerinin açılmasıdır. Fakat bu birkaç kuşak sonrası gerçekleştirilebilecek bir hedeftir. Bunun yanı sıra, yurt dışında okuyan öğrenciler ve genç kuşak uzmanlar ile yaptığım konuşmalarda, son 30 yıllık başarının getirdiği bir milliyetçilik akımının yavaş da olsa bu ülkeyi kavramakta olduğunu gözledim. Bölge ülkelerinin endişesi de, “acaba Çin, Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı öncesi izlediği bölgedeki yayılmacı politikayı izler mi?” sorusudur. Çin, bulunduğumuz zaman dilimi içersinde şimdilik bu görüntüyü vermiyor. Fakat zaman içersinde gelişmeler ne yönde olacağı bilinmez.
Sonuç olarak kısaca özetlemek gerekirse; Çin 21. yüzyılın ikinci yarısından sonra dünyamızın en büyük ekonomisine sahip olacaktır. Bunun yanı sıra, “China Reform Times” (21 Mayıs 2008) gazetesinde vurgulandığı gibi, Çin yönetimi diğer ülkelerin olumlu, olumsuz kalkınma deneyimlerinden yararlanmaya büyük önem vermektedir. Diğer bir deyişle, Çin yöneticileri, bu tecrübelerden yararlanarak, kendi planladıkları yoldan bildikleri gibi devam edeceklerdir. Bunun anlamı; “biz önce ekonomik gelişmemizi tamamlayacağız ve bu süreçle birlikte zamana yayarak demokratikleşme sürecini başlatacağız”dır. Bu nedenle de ABD ve AB ülkelerindeki politikacı ve düşünürlerin başta olmak üzere, dünyanın en köklü kültürüne sahip olan bu ülkeyi bir tehlike olarak görmesi ve neler yapması gerektiğini anlatması yerine, onun başarılarına saygı duyması ve Pekin ile uluslararası her alanda bir ortak olarak işbirliği yapmasının daha uygun olacağını düşünüyorum. Almanya’nın eski Şansölyesi Helmut Schmidt’in de vurguladığı gibi, Batılı politikacıların anlaması gereken ve halklarına anlatması gereken nokta şudur: “Çin’in ekonomik, bilimsel ve teknolojik alanlarda yükselişinin önlenemeyeceğini anlamaları ve bunun hayatın bir gerçeği olarak kabul etmeleridir.” (Bkz. Helmut Schmidt “Vertiefungen”, 2010). Bir başka deyişle, Çin ile yarışabilmenin en önemli yolu, onunla rekabet etmektir. Bilindiği üzere, Japonya İkinci Dünya Savaşı sonrası buna benzer bir ekonomik mucizeyi gerçekleştirmiştir. Bunun hiçbir ülkeye ekonomik olarak bir zararı olmamıştı. Japonya, Güney Kore, Singapur, Tayvan ve Hong Kong başarılı bir şekilde dünya ekonomisine entegre edilmişti. Neden Çin de bu yolda başarılı olmasın?