21. yüzyılın yükselen ülkesinin Çin olduğu konusunda herkes hemfikir. Çin’deki hızlı ekonomik büyümeyi açıklarken, ekonominin bir sosyal bilim olduğunu unutarak ve sadece ekonomik göstergelere bakarak anlatmanın eksik ve yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Biz iktisatçılar zaman zaman ekonomi biliminin bir sosyal bilim olduğunu ve özellikle tarih ve sosyoloji ile olan yakın ilişkisini göz ardı ederiz. Kurduğumuz matematik ağırlıklı soyut ekonomik modellerin genellikle her yerde ve her toplumda aynı sonuçları vereceğine inanırız. Bu nedenlerden dolayı da, Çin’in bu olağanüstü ekonomik başarısının nedenlerini açıklamanın, bu ülkenin sahip olduğu 4.000 yıllık tarihsel ve kültürel birikimin önemini ve etkisini dikkate almadan son derece zor olacağına inanıyorum.
Çin’in bugünkü başarısını açıklamadan önce, bu ülkenin tarihinin dönüm noktalarını kısaca özetlemekte yarar var. Bugün elimizde bulunan yazılı belgelere göre Çin’in geçmişi günümüzden 4.000 yıl öncesine kadar gitmektedir. İşin ilginç yönü ise, tüm tarihi çalkantılara rağmen ayakta kalabilen ender kültürlerden birisidir. Bugün Çin hakkında kamuoyundaki bilgilerimiz ünlü Çin Duvarı’nın yanı sıra iki önemli tarihi kişilik üzerinde toplanır: Konfüçyüs (551–478 B.C.) ve Mao Zedong (1893–1976).
Ortaçağda Avrupa, tarihinin karanlık dönemini yaşarken ve Katolik kilisesinin her alandaki baskısı altında yaşamını sürdürürken, Arap dünyası ve Çin, teknoloji ve bilimsel alanlarda üstün bir medeniyete sahipti. Arap dünyası eski Yunan filozoflarından Aristoteles başta olmak üzere, Yunan klasiklerini Arapça ve İbranice dillerine çevirirken öte yanda Çin, kağıt ve matbaanın kullanımının yanı sıra, çelik, top, barut ve roket üretiyordu.
Örneğin 15. yüzyılda Çin medeniyetinin denizcilikte de ileri bir gelişme kaydettiği görülebilir. Zira 1492 yılında Christopher Columbus, bilmeden tarihin en önemli keşiflerinden birini yapmak üzere sefere çıkmışken, bundan 87 yıl önce Zheng He adındaki Çinli amiral, yedi seferinden ilkini Pasifik ve Hint Okyanuslarına doğru gerçekleştirmişti. Zeng’in gemileri Columbus ve Vasco da Gama’nın gemilerinden daha büyük ve daha güçlü inşa edilmişti. Columbus, Amerika’yı keşfe giderken 4 gemi ve 150 denizci ile yola çıkmıştı. Buna karşın, Amiral Zeng 1405 yılındaki bu ilk seferine 317 gemi ve 28.000 denizci ile sefere açılmıştı. Çin deniz filosunun en büyük gemileri olan “treasure ships” 400 feet uzunluğunda ve Columbus’un amiral gemisi Santa Maria’dan dört kat daha uzundu. Çin’de inşa edilen gemilerin her biri için 300 hektar alanlık bir ormandan getirilen ağaçlar kullanılıyordu. Atları, yiyecek ve giyecek, su ve askerleri taşımak için de ayrıca özel gemiler inşa edilmişti. Tersanenin yeri olarak Nankin limanı seçilmişti. 1405 yılını izleyen üç yıl içersinde 1681 gemi daha inşa edildi. O yıllarda Avrupa’da böyle bir sayı hayal dahi edilemezdi. Ming hanedanı döneminde Zeng, 1405–1433 yılları arasında Hint Okyanusu ve Güney Asya’ya seferler düzenledi. Her seferinde pahalı metaller, bitkiler, meyveler ve kralın hayvanat bahçesi için o dönemde bilinmeyen türden hayvanlar getiriyordu.
Ancak Amiral Zeng’in hikayesi kötü bir şekilde sona erdi. 1430’dan sonra gelen imparatorlar, içe dönük politikalara öncelik tanıdılar. 1525–1551 arasında deniz aşırı seferlere ve ticarete son verdiler. Gemi inşa etmek yasaklandı ve mevcut gemiler tahrip edildi. Böylece, Çin’in gemi sanayisi çöktü. Çin Ming hanedanı (1644) onu izleyen Ching veya Mandschu hanedanlarından itibaren kendi içine kapanmış ve o tarihten itibaren 1911/12 yılında imparatorluğun kaldırılması ve cumhuriyetin ilanına kadar ülke derin bir sessizliğe gömülmüştür. Bu olaylardan ancak üç yüz yıl sonra ilk defa bir Çin gemisi sefere çıkarak 1851’de Londra’da düzenlenen Büyük Dünya Fuarı’na katıldı.
Buna karşın, Avrupa 15. yüzyıldan itibaren yeni kıtaların keşfi ile birlikte genişlerken, aynı zamanda bu kıtalardaki ekonomik, sosyal ve kültürel düzen tahrip edilerek ve bazen de acımasız bir şekilde çökertildi. Kolonileşme ve sömürü düzeni doğrudan ülkeler tarafından değil, ünlü “Deutsch-British East India” ve Fransız “Compagne des Indes” şirketleri tarafından başlatıldı. Fakat bu şirketlerin yaptıkları yatırımları ve ekonomik çıkarları koruyabilmek için ülkeler, kendi sömürge yönetimlerini kurmaya ve kendi idari ve eğitim düzenlerini bu ülkelerde yerleştirmeye başladılar. Bunlara Hıristiyan misyonerler de katıldı. Harvard’lı tarihçi Niall Ferguson “Empire”(2003) adlı kitabında İngiliz İmparatorluğu’nun İngilizce dilini, bankacılık ve hukuk sistemini (common law), Protestanlığı, takım sporlarını, devlet yönetimini ve bağımsızlık fikrini bu ülkelere taşımakta ve yerleştirmekte son derece başarılı olduğunu belirtir.
Uzak Doğu’da, Portekizliler, İngilizler, Hollandalılar ve sonraları Japonlar değişik yöre ve zamanlarda egemenliklerini yoğun bir biçimde sürdürmüşlerdir. 19. yüzyılın başlarında zayıf Çin hanedanın İngiliz ve Fransızlara karşı giriştiği “opium” (afyon) ticaretini önleme girişimi, “opium wars” (afyon savaşları) adı verilen İngiliz – Çin savaşlarına dönüşmüştür. Savaşları kaybeden Çin, tavizler vermek zorunda kalmış ve Hong Kong başta olmak üzere beş limanını İngiliz yönetimine bırakmıştır.
Aynı şekilde, 1853 yılında bu sefer Amerikan donanması Japon kara sularını girmiş ve bu ülkenin asırlardan beri devam eden izolasyonuna son vermiştir. Japonya da, ABD’ye ticari tavizler vermek zorunda kalmıştır. 1895 yılında Japonya karşısında savaşı kaybeden Çin, Tayvan’ı da kaybetmiştir. İmparatorluğun kalkmasının ardından Japonlar önce Kore’yi ve daha sonrada Mançurya’yı ele geçirmişlerdir.
1937 yılında da Japon ordusu, Şangay ve Nankin (burada Japonların büyük katliamından bahsedilir) kentlerini istila ederken, aynı dönemde Çin’de iç savaş başlamıştı. Çin’in üç yüzyıldır devam eden içten çöküşü, bu defa da dış güçlerden kaynaklanan baskıyla daha da hızlanmıştır. Hiç kimse İkinci Dünya Savaşı sonrasında Çin’in ayağa kalkabileceğini hesaplayamamıştır. Fakat Mao Zedong’un önderliğindeki komünistler, bu iç savaşı milliyetçi Chiang Kai-sek güçlerine karşı zaferle kazanarak sonlandırmış ve 1948-49’da Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Çin halkı 1949–1976 yılları arasında Mao’nun yönetiminde komünist devrimini çok kanlı bir şekilde gerçekleştirmeye başladı. Bunlar arasında “Büyük Atılım” adı altındaki kampanya da milyonlarca insanı açlığa mahkûm etti. Arkasından gelen “Kültür Devrimi” de aynı şekilde insanlarının ölmesine ve acılar çekmesine neden oldu.
Mao’nun 1976 yılında ölümünden sonra, 1978 yılında üçüncü defa iktidara gelen Deng Xiaoping’in Çin’i dünyaya açması ile yeni bir dönem başlamıştır. Deng Xiaoping, Çin Komünist Partisi’nin (KPC) 11. Merkez Komitesi toplantısında, mevcut rejimin ideolojiye değil, ekonomik kalkınmaya öncelik vereceğini belirtmiştir. Deng bu değişikliği “kedinin siyah ve beyaz olması önemli değil, önemli olan fareyi yakalamasıdır” şeklinde yorumlamıştır.
O tarihten itibaren Çin hızlı bir değişim ve modernleşme sürecine girmiş ve kısa zamanda alınan sonuçlar inanılmaz boyutlara ulaşmıştır (Bkz. Farred Zakaria 2008). Çin’in son otuz yıldaki büyüme hızı yaklaşık % 9 dolaylarında seyretmektedir. Bu iktisat tarihinin kaydettiği en hızlı büyüme hızlarından birisidir. Aynı dönemde 400 milyon insan fakirlik sınırının üzerine çekilmiştir. İhracatın GSMY’ye oranı %70’e yükselmiştir. Bu başarının görsel bölümünü Pekin Olimpiyatları sırasında izleme olanağını bulduk. Çin’in elindeki döviz rezervlerinin toplamı 1.5 trilyon ABD Dolarıdır. Bu rakam Japonya’nın sahip olduğu döviz rezervlerinin %50’sinden daha fazla ve AB’ye üye 27 ülkenin toplam döviz rezervlerinden üç defa daha büyüktür. Yapılan tahminler Çin’in 2030’larda dünyanın en büyük ekonomisine sahip olacağını göstermektedir. Bugünlerde Şanghay’ı ziyaret edenler bu şehrin 22. yüzyılda yaşadığını göreceklerdir. Kısacası, Çin dünyanın en hızlı büyüyen, en büyük imalat sanayine sahip ikinci büyük tüketici, en fazla tasarruf eden ülkesidir. Aynı zamanda da ABD’nin bütçe açığını da finanse etmektedir.
Burada sorulması ve yanıtlanması gereken sorular şunlardır: Çin’in bu başarılı performansının arkasında yatan belirleyici faktörler nelerdir? Bir komünist parti tarafından yönetilen ve piyasa ekonomisinin devletin yönetiminde şekillendirildiği bir ekonomik sistemden bahsediyoruz. Bir başka deyişle Çin, günümüzün neo-klasik iktisatçılarının desteklediği “Washington Consensus” içersinde yer alan ve gelişmekte olan ülkelere önerilen klasik reçetelerin dışında, kendisine özgü kararlı ve bilinçli bir yol izlemektedir.
Şimdi kısaca bu ekonomik başarının arkasındaki faktörleri kendi görüş açımdan analiz etmek istiyorum. Daha sonra bu hızlı kalkınmanın yarattığı ekonomik ve sosyal sorunları ortaya koymaya çalışacağım.
Uzak Doğu ülkelerinin başarılı modellerini açıklamaya çalışırken değişik tezler öne sürülmüştür. Bunlardan en önemli iki tanesi: Karl Marx’ın öne sürdüğü, ‘alt yapı üst yapıyı belirler’ tezidir. Bir başka deyişle, ideoloji ve etik alt yapıyı oluşturan materyalistik koşulların -öncelikle ekonomik koşulların- yansımasıdır. Buna karşın ünlü Alman sosyolog Max Weber 1920 yılında yayınlanan “Protestant Ethic and Spirit of Capitalism” başlıklı yazı dizisinde ise tam aksi görüşü savunmaktadır. Ona göre üst yapı, alt yapıyı belirler. Kısacası, etik her toplumda mevcuttur ve ekonomik yapı ile toplum etiği birbirleriyle uyuşmuyorlarsa, bu toplumda yeni bir ekonomik yapı oluşamaz. Bunun sonucunda, ister istemez toplumdaki mevcut etik ile uyuşan bir ekonomik sistem ortaya çıkacaktır. Bu ilişkiyi ortaya çıkarabilmek için Weber, önemli dünya dinlerini incelemiş ve bunların ekonomik gelişmeye katkısını araştırmıştır. Ünlü Japon iktisatçısı Michio Morishima’nın derslerini Bonn Üniversitesi’ndeki öğrenciliğim sırasında izlemiştim. Kendisi Japonya’nın başarısının nedenlerini anlatıyordu. Konfüçyanizm ile Japonya’nın ekonomik başarısı arasındaki ilişkiyi Japon mucizesinin ana nedenlerinden birisi olarak açıklamaya çalışmıştı. Daha sonra da yayınladığı “Why has Japan succeeded” (Japonya neden başarılı oldu?) (1982) adlı kitabında konuyu daha da derinleştirdiğini görüyoruz.
1994 yılında Güney Kore hükümetinden aldığım bir araştırma bursu ile Seul’da “Korean Development Institute” (KDI)’de çalışma fırsatı buldum. Amacım, Türkiye ile Güney Kore’nin ekonomik gelişmelerini belirleyen faktörleri araştırmaktı. Çalışmalarım sırasında, Güney Kore ile Japonya’nın kalkınma süreçleri arasında çok yakın benzerlikler tespit ettim ve Konfüçyanizmin ekonomik kalkınmadaki belirleyici rolünü anlamaya çalıştım. Bugünkü tespitim, Çin de dahil olmak üzere diğer Uzak Doğu ülkeleri, aralarındaki bazı farklılıklara rağmen Japonya’nın başlattığı aynı yoldan yürümektedirler.
Uzun süredir Batı’da yaşayan insanlar, Çin halkının tamamını kapsayan dini inanışların olmadığını çok geç fark etmişlerdir. Çin, tek tanrılı, üç dünyevi dinin (Hıristiyanlık, Musevilik ve Müslümanlık) dışında kalmış ve peygamberlere sahip olmamıştır. Budizm’in, İslam’ın ve Hristiyanlık’ın yayılması için yapılan faaliyetlerin dışında, ülke içersinde geniş çapta dini kaynaklı mezhep çatışmaları ve reform hareketleri Çin toprakları üzerinde ortaya çıkmamıştır. Bazı insanlar Konfüçyanizmin bir din olduğuna inanırlar. Ünlü Çin tarihçisi Josef Needham’a göre, diğer tek tanrılı dinler ile karşılaştırıldığında Konfüçyanizm bir din değildir; bir yaşam felsefesidir. Konfüçyüs bir öğretmendir. Konfüçyüs felsefesinin temelinde çatışma yerine, mevcut koşullara harmoni (uyum) gereği yatar. Bir başka deyişle, “uzlaşmaya” hazır olmak. Diğer önemli bir kural, insanların eğitilebileceğine olan inançtır. Bir başka kural da toplumda hiyerarşiye olan saygıdır. Konfüçyüs felsefesinin diğer temel ilkeleri; insan sevgisi, adalet, bilgi ve sadakattir. Avrupa’da Aydınlama döneminde Voltaire, Immanuel Kant ve Leibniz gibi yazarların Konfüçyus’tan etkilendiklerini gözlemlemekteyiz. İlginçtir, 1700–1709 yılları arasında Avrupa’da Çin hakkında 599 çalışma yayınlanmıştır. Kant, Konfüçyüs’ü “Çin’in Sokrates’i” olarak tanımlamıştır.
Konfüçyüs felsefesinin üç temel öğesi vardır; dürüst bir devlet yönetimi, eğitim, aile. Devlet yönetiminde memurların (Mandarin) rolü çok önemlidir. Bunlar devler hiyerarşisi içinde yükselebilmek için değişik sınavlardan geçmek zorundadırlar. Japonya, Güney Kore, Çin ve Singapur’da devlet memurları giyimleri, mesleki donanımları ve davranışları ile toplum içersinde hemen kendilerini gösterirler. Bu ülkelerde insanların partilerde, şirketlerde ve devlet içersinde üst sıralara tırmanabilmesi için, mutlaka yüksek öğretimini başarı ile tamamlamış, yurt içinde ve dışında iyi bir eğitim kurumundan mezun olmuş olması gerekir. Güney Kore başta olmak üzere, bu bölge ülkelerine yapmış olduğum ziyaretlerde, devlet görevlilerinin eğitim düzeyleri çok dikkatimi çekmişti. Konfüçyüs’e göre devletin iyi yönetilmesi ve yönetenlerin alttakilere karşı saygılı ve kurallara uygun davranması beklenmektedir. Aynı şekilde tebaadan da beklenen devletine sadakatle bağlı olmak ve koyduğu kurallara uymaktır. Sadakat sadece devlete karşı değil, aynı şekilde işçi-işveren arasında da önemli bir kuraldır.
Bugün Japonya’dan başlayan, Güney Kore, Singapur ve Çin ile devam eden kalkınma süreçleri devletin öncülüğünde ve donanımlı kadrolar ile başlamıştır. Devletin toplum içersinde saygınlığı ve yönlendirici bir işlevi vardır. Devlet yönetimlerinin başında da genellikle otoriter bir lider olmuştur. Meiji Devrimi 1867–68 ile başlayan Japonya’nın otoriter rejimi, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar sürmüştür. Japonya’da askeri okulda eğitilmiş General Park Chung-hee (1917–1979), Güney Kore’de uzun süre işbaşında kalmış, Deng Xiopings ve arkasından gelen liderler ise aynı şekilde Çin’de Komünist Partisi’ni yönetmiş ve Singapur’un unutulmaz otoriter lideri Cambridge eğitimli Lee Kuan Yew ise aynı şekilde ülkesini yönetmiştir.
Eğitim konusu, tüm bu ülkelerin en önemli gündem maddesidir. Uzak Doğu’da ekonomik kalkınma eğitim ile iç içedir. Bugün Çin de aynı yolu izlemektedir. Çin’de açılan üniversitelerin sayısı hızla artmaktadır. Amerika’nın ve Avrupa’nın önde gelen üniversitelerinde eğitim gören Çinli öğrencilerin sayısında gözle görülen hızlı bir artış gözlenmektedir. Çin’in önümüzdeki 30 yıl içersinde, bilimsel araştırma ve eğitim alanlarında da ön sıralarda yer alacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Aileyle ilgili olarak, Konfüçyüs’ün görüşleri kısaca şöyle özetlenebilir: insan kalbi doğal olarak iyidir ve bir aile içersindeki doğal yakınlık toplumsal moralin temel taşıdır. Onun için aile içi dayanışma ve kuşakların birbirlerine karşı saygılı ve hiyerarşik bir ilişki içersinde olmaları, insan sevgisinin de doğal bir sonucudur. Bunun sonucunda da sağlıklı ve dayanışma içersinde ve yaşadığı çevre ile uyumlu bir toplum ortaya çıkmaktadır.
Kısacası, Japonya, Güney Kore ve bugün de Çin, otoriter bir devletin yönetiminde, iki önemli reform ile iktisadi kalkınma sürecini başlatmışlardır; tarım reformu, eğitim reformu ve seferberliği. Bunun yanı sıra, kalkınma modeli olarak iki yönlü bir strateji izlemektedirler. Önce kendi sanayilerini kurmuşlar ve bunları dış rekabetten sınırlı bir süre korumuşlar ve daha sonra da ihracata yönelik sanayileşme politikaları ile bunları dış rekabete açmışlardır. Demokrasiye geçişleri, ekonomik kalkınma süreçlerinin büyük bir bölümünü tamamladıktan sonra başlatılmıştır. Çin de bu kalkınma sürecini tamamladıktan sonra demokratikleşme sürecine geçecektir. Ünlü yazar Max Frisch’in de belirttiği gibi “Biz (Batılılar) Çinliler için ideal bir resim değiliz, bizim kararlarımız onların gayretleri için bir ölçü olamaz” (1975).
Doğal olarak bu hızlı kalkınma, Çin toplumunda bazı önemli ve ekonomik sorunları da beraberinde getirmektedir: Tek çocuk politikasına rağmen Çin’in nüfusu 21. yüzyılın ortalarında 1.5 milyara ulaşacaktır. Nüfusun önemli bir bölümünün kırsal alanlarda yaşamasına rağmen, büyüme hızı kentleşmeyi hızlandıracak ve kitlesel yoğunluk gittikçe büyüyen şehirlerin yönetimini zorlaştıracaktır.
Çin’de ortaya çıkabilecek ikinci önemli sorun, zaman içersinde gelir dağılımı ve yaşam standardının kıyı bölgeleri ile iç bölgeler arasında farklılaşacağıdır. Şu anda Çin’de 700 milyon insan tarım sektöründe çalışmaktadır. Geçmişte değişik ülkelerdeki kalkınma deneyimleri bize, tarım sektörünün gelişim sürecinde toplam ulusal gelir içersindeki payının azaldığını ve kırsal nüfusun büyük kentlere göç ettiğini göstermiştir. Çin yönetimi, bu tehlikenin bilincinde olduğu için son yıllarda az gelişmiş yörelerde altyapı, tren ve karayolları yapımı hızlandırılmıştır. Eğer Çin yönetimi, ekonomik refah düzeyini doğudan batıya doğru geniş kitlelere yayabilirse, sonradan ortaya çıkması muhtemel sosyal patlamaları ve ayaklanmaları da önleyebilir.
Üçüncü önemli bir sorun da, çevre kirliliği ve enerji ithalatına bağımlılığıdır. Sanayileşme ile birlikte otomobil tüketiminin artması çevre kirliliğini beraberinde getirirken, artan petrol ve doğal gaz talebi de hızla büyümektedir. Bu nedenle de Çin, artan enerji talebini karşılayabilmek için Kazakistan, Türkmenistan ve Somali ile ekonomik ilişkilerini yoğunlaştırmıştır.
Dördüncü önemli nokta da, dünya ekonomisi ile bütünleşmesini sağlayacak ve kalkınma sürecinin beraberinde getirdiği yeni düzeni kapsayacak geniş çaplı bir hukuk reformudur. Mevcut hukuk sisteminin, bir süper güç olma yolunda olan Çin’in başta ekonomik alanda uluslararası hukuk normları olmak üzere, evrensel hukuku uygulaması kaçınılmazdır. Bir başka konu da sosyal güvenlik sistemidir. Çin’de bizim anladığımız anlamda bir sosyal güvenlik mekanizması yoktur. Bundan ötürü de, insanlar geleceklerini biriktirdikleri tasarrufları altına dönüştürerek güvenceye almaya veya aile içi dayanışma yolu ile gidermeye çalışmaktadırlar.
Kısa bir süre önce katıldığım Salzburg Global Semineri’nde, bölgeden gelen uzmanlar ile Çin’i ve diğer bölge ülkelerle ilişkilerini tartıştık. Burada tartışılan temel konu, Çin’in bölge ülkelerle olan ekonomik, politik ve güvenlik konulu ilişkileridir ve en merak edilen konulardan birisi de 1949 yılında Mao Zedong ile başlayan Marksist-Leninist ideolojinin ortadan kalkması ile birlikte bu vakumu hangi ideolojinin dolduracağıdır. İyimser beklenti, bunun “Konfüçyanizm” ile doldurulabileceği ve modern Çin için bunun en uygun ideoloji olduğu görüşüdür. Bunun da somut göstergesi Çin’de son yıllarda çok sayıda “Konfüçyüs” eğitim merkezlerinin açılmasıdır. Fakat bu birkaç kuşak sonrası gerçekleştirilebilecek bir hedeftir. Bunun yanı sıra, yurt dışında okuyan öğrenciler ve genç kuşak uzmanlar ile yaptığım konuşmalarda, son 30 yıllık başarının getirdiği bir milliyetçilik akımının yavaş da olsa bu ülkeyi kavramakta olduğunu gözledim. Bölge ülkelerinin endişesi de, “acaba Çin, Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı öncesi izlediği bölgedeki yayılmacı politikayı izler mi?” sorusudur. Çin, bulunduğumuz zaman dilimi içersinde şimdilik bu görüntüyü vermiyor. Fakat zaman içersinde gelişmeler ne yönde olacağı bilinmez.
Sonuç olarak kısaca özetlemek gerekirse; Çin 21. yüzyılın ikinci yarısından sonra dünyamızın en büyük ekonomisine sahip olacaktır. Bunun yanı sıra, “China Reform Times” (21 Mayıs 2008) gazetesinde vurgulandığı gibi, Çin yönetimi diğer ülkelerin olumlu, olumsuz kalkınma deneyimlerinden yararlanmaya büyük önem vermektedir. Diğer bir deyişle, Çin yöneticileri, bu tecrübelerden yararlanarak, kendi planladıkları yoldan bildikleri gibi devam edeceklerdir. Bunun anlamı; “biz önce ekonomik gelişmemizi tamamlayacağız ve bu süreçle birlikte zamana yayarak demokratikleşme sürecini başlatacağız”dır. Bu nedenle de ABD ve AB ülkelerindeki politikacı ve düşünürlerin başta olmak üzere, dünyanın en köklü kültürüne sahip olan bu ülkeyi bir tehlike olarak görmesi ve neler yapması gerektiğini anlatması yerine, onun başarılarına saygı duyması ve Pekin ile uluslararası her alanda bir ortak olarak işbirliği yapmasının daha uygun olacağını düşünüyorum. Almanya’nın eski Şansölyesi Helmut Schmidt’in de vurguladığı gibi, Batılı politikacıların anlaması gereken ve halklarına anlatması gereken nokta şudur: “Çin’in ekonomik, bilimsel ve teknolojik alanlarda yükselişinin önlenemeyeceğini anlamaları ve bunun hayatın bir gerçeği olarak kabul etmeleridir.” (Bkz. Helmut Schmidt “Vertiefungen”, 2010). Bir başka deyişle, Çin ile yarışabilmenin en önemli yolu, onunla rekabet etmektir. Bilindiği üzere, Japonya İkinci Dünya Savaşı sonrası buna benzer bir ekonomik mucizeyi gerçekleştirmiştir. Bunun hiçbir ülkeye ekonomik olarak bir zararı olmamıştı. Japonya, Güney Kore, Singapur, Tayvan ve Hong Kong başarılı bir şekilde dünya ekonomisine entegre edilmişti. Neden Çin de bu yolda başarılı olmasın?