Kerim Can Kavaklı: Sabancı’da üniversite hayatına başlayınca sanırım hayatımda bir daha hiçbir zaman göremeyeceğim kadar çok akıllı bir insan grubuyla bir araya geldim, sınıf arkadaşı oldum. Başkalarından da duymuşsunuzdur, onlar çok çok zeki, çok başarılı, çok özel bir grup insandı. Onlarla aynı sınıfta olmak insanı fena halde hizaya sokuyordu, mütevazı olmak zorunda kalıyordunuz çünkü çok zeki ve çok bilgiliydiler. Özellikle fen liselerinden gelen öğrenciler fen derslerinde tozumuzu atmışlardı. Öyle ki, normal şartlarda not ortalaması bir çan eğrisidir değil mi? Bizde ise başarı grafiği iki hörgüçlü bir deve gibiydi.
2014 yılının ilk röportajında Kerim Can Kavaklı ile birlikteyiz. Kerim Can Kavaklı Sabancı Üniversitesi’nin 1999 girişli ilk öğrencilerinden ve şu anda Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesinde öğretim üyesi. Mütevelli Heyeti Başkanımız Güler Sabancı ilk öğrencileri şöyle tanımlıyor: ”Onlar cesur çocuklar. Biz onlara hayallerimizi anlattık, bize inandılar, güvendiler ve Sabancı Üniversitesi’ne geldiler.” Henüz ortada gösterilebilecek kampüs bile yokken yalnızca anlatılanlara inanarak, güvenerek Sabancı Üniversitesi’ni tercih eden ‘cesur çocuklar’dan biri Kerim Can Kavaklı. Kerim Can Kavaklı ile üniversite yılları, öğrencilik halleri, eğitim, sosyal bilimler ile ilgilenmeye ilişkin sohbet ettik. Birinci bölümü bu hafta, devamını ise haftaya okuyabileceksiniz.
Merhaba Kerim Can. Sabancı Üniversitesi’nin ilk öğrencilerindensin. Öğrencilik dönemine ilişkin neler söylemek istersin?
Hayatımın çoğu buralarda geçti. Liseyi Sabancı Üniversitesi’nin çok yakınındaki Koç Lisesi’nde okudum. Sabancı’dan önce 7 sene oraya gidip gelmiştim. Daha sonra ilk öğrencilerini aldığı yıl olan 1999’da ben de diğer 250 kişiyle beraber Sabancı Üniversitesi’ne girdim. İngilizce sınavını geçtim bu sayede elli kişiyle beraber hazırlık okumadan üniversitenin ilk derslerini almaya başlayan insanlardan biri oldum. Bu elli kişi üniversitenin tarihinde “ilkin de ilki” olduk yani. O zamanlar okul da çok küçüktü, sınıf da çok küçüktü, kampüsteki binaların çoğu yoktu hatta şu andaki yemekhane bile yoktu.
Yukarıda yurtların orada minik bir yemekhane vardı geçici olarak kullanılan.
Evet, şimdi büfe olan bir yer hepimizin yemek yediği yerdi.
Ben de hatırlıyorum Cafe Dorm deniyordu o zamanlar.
Şimdi diller okulu olan binada bütün derslerimizi görüyorduk. Bir büyük sınıf vardı, 50 kişi sığarak birinci sınıf derslerini orada yapıyorduk. Rektörlük binasında da Doğa ve Bilim dersini yapıyorduk. Ondan sonra okul yavaş yavaş büyüdü, biz program seçtik, bu arada fakülte binaları da bitti. Ben SPS yani sosyal ve politik bilimler programı öğrencisiydim. Mezun oldum ve yüksek lisans için Amerika’ya Rice Üniversitesine gittim. Doktoramı Rochester Üniversitesinde yaptım. Rochester uluslararası ilişkiler alanında en iyi okullardan biri, özellikle siyaset biliminde matematiksel yöntemler, istatistiki yöntemlerle ilgili en iyi eğitimi veren okullardan bir tanesidir. Rochester’dan doktoramı aldıktan sonra Türkiye’ye Sabancı Üniversitesine öğretim üyesi olarak döndüm.
İlk akademisyenliğini burada yapıyorsun.
Evet.
Rochester Üniversitesi’nde doktora yaparken ders verdin mi?
Doktora yaparken ders verme konusu okuldan okula değişiyor. Eğer gittiğiniz okul Michigan gibi çok büyük bir devlet üniversitesiyse orada sürekli ders vermeniz gerekir kendi dersinizi açarsınız. Rochester Üniversitesi gibi özel üniversitelerde ise bunu istemezler hem öğrenci sayısı az olduğundan ek hocaya gerek yoktur, hem de özel üniversiteye giden ve yılda 50 bin dolar veren insanlar doktora öğrencilerinden ders almak istemezler. Orada ders vermedim ama asistanlık yaptım.
2003 yılındaki ilk lisans mezunlarımızdansın. On yıl sonra Sabancı Üniversitesine eğitimci olarak geldin. Üniversitede nasıl bir farklılık gördün?
Fiziksel olarak epey farklı olduğunu söyleyebilirim. Kampüs on yıl öncesine göre daha güzel ve daha yeşil olmuş. Çok daha fazla akademik kadro var. Tabii ki öğrenciliğimdeki insanların çoğu gitmiş, kadro değişiyor ama, akademisyen sayısı artmış. Değişik programlar açılmış o nedenle de yeni dersler veriliyor. Ben öğrenciyken de çok güçlü bir akademik kurumdu burası ama şimdi daha çok çeşitlilik var. Bence en önemli fark bu.
Senin öğrencilik dönemindeki ile şu an eğitimci olarak ders verdiğin öğrenci profili arasında fark görüyor musun?
Şu andaki öğrencilere haksızlık edebilirim çünkü ben öğrenciliğimi pek hatırlamıyorum doğrusu, lisans öğrencisi olarak nasıl birisiydim ne yapıyordum, ne kadar çalışıyordum hatırlamıyorum. Son 9 yıldır doktora programlarında, master programlarında çalışıyorum, orada çok daha yüksek temponuz var, sürekli olarak inisiyatif alıp bir şeyler yapmaya uğraşıyorsunuz. Lisans eğitimi aynı tür bir tecrübe değil tabii ki buradaki çocukların derse girip not almaktan başka yapmaları gereken, hayatta geçtikleri çok değişik aşamalar var. O yüzden lisans öğrencileri bazen mesela okumaları yapmadıklarında şaşırıyorum ama muhtemelen onların yaşında ben de dersten kaytarmaya çalışıyordum. Bir de geçen dönem ilk verdiğim derste çok akıllı 10 öğrencim vardı. Küçük bir sınıftı ama hepsi neredeyse bitirme aşamasındaki öğrencilerdi. Çok zeki insanlardı, onlarla oturmak, konuşmak, bazı şeyleri tartışmak hoşuma gitti. Yani biz onlar kadar akıllı mıydık emin değilim, inşallah öyleydik. Sanki daha çalışkan, bu tarz okumalar verildiğinde daha çok yapıyorduk gibi geliyor ama, dediğim gibi dokuz yıl öncesini yanlış hatırlıyor olabilirim.
Peki, öğrencilere yüksek lisans ve doktora yapmalarını tavsiye eder misin?
Tabii kesinlikle. Bu dönem mezunu olduğum SPS programının tanıtımına katıldım. O toplantıda program koordinatörü Özge Kemahlıoğlu bir mezun olarak aday öğrencilere benimle aynı dönemde mezun olup hayata atılmış arkadaşlarımın nerede, ne yaptığıyla ilgili bir şeyler anlatmamı istedi. Biz eğitime çok küçük sayıda, 50 kişiyle başlamıştık. 2003 yılındaki ilk mezuniyette 48 kişiydik. Bu arkadaşlarımızın çoğu çok iyi yerlere gelmiş ve neredeyse tamamı yüksek lisans yapmış, doktora yapmış. Bugün artık yükseklisansın kesinlikle gerekli olduğunu düşünüyorum.
Yani akademik kariyer yapmayacak bile olsa öğrencinin en azından yüksek lisans, hatta belki doktora yapması gereklidir mi diyorsun?
Siyaset biliminde yani bizim alanımızda sosyal bilimlerdeki doktoranın amacı akademisyen yetiştirmektir. Akademisyen olmayacaksanız, araştırma ve öğretme amacıyla üniversiteye dönmeyecekseniz doktora yapmanızın çok gerekli olduğunu düşünmüyorum. Doktoranın amacı size belli bir literatürü kazandırmak, sonra da araştırma yapmanız, yeni akademik buluşlarda bulunmanız için bir ortam sağlamaktır. Ama bunları yapmayacaksanız, sizi bir sivil toplum örgütünde veya bir şirkette çalışmaya hazırlayacak, değişik bir amaç için tasarlanmış master programlarına gitmek daha iyidir. Herkes 5-6 yılını vererek doktora yapmak zorunda değil. Ama yükseklisans yapmanın önemli ve gerekli olduğuna inanıyorum.
Türkiye’de genç nüfus ciddi bir arayış içinde, işsizlik var, istihdam sorunu var. Kalabalıkların arasından sıyrılıp öne çıkabilmek için de aldığın eğitimin güçlü olması lazım. Bu nedenle yüksek lisans yapmak önemli oluyor.
Evet, yani iş piyasası her zaman zor. Anladığım kadarıyla günümüzde daha da zor. Hayatta değiştirebileceğiniz unsurlar var, değiştiremeyeceğiniz unsurlar var. Mesela uzun boy değiştiremeyeceğiniz ama önemli bir özellik. Araştırma sonuçlarına göre uzun boylu insanlar daha çok iş teklifi alıyor, işe girdiklerinde daha yüksek maaşla çalışıyor ve işlerinde daha çabuk yükseliyorlar.
İşe alınmada uzun boylu insanların şansı daha mı fazla?
Evet, öyle bir sonuç var. Tam olarak işe alınmada öncelikle tercih edilmelerinin sebebi yalnızca uzun boyla mı ilgili yoksa uzun boylular aynı zamanda daha mı zekiler? Bunu ayırt etmek çok zor.
Bu durumda dış görünüş önemli bir etken.
Yani önemli olan şu tabii: Değiştiremeyeceğiniz şeyler var kendinizle ilgili, boy veya zeka gibi. Eğitim, değiştirebileceğiniz şeylerin en önemlisi ve Sabancı Üniversitesi’ne geldiyseniz zaten, ailenizden, geçmişinizden bir sürü olanağınız var demektir. Bunun üzerine Sabancı’daki eğitimi de ekleyerek, buradaki bağlantıları kullanarak gelişiminizi daha da ileriye taşıyabilirsiniz. Bu çok büyük bir imkan, insanların bunu kullanması lazım.
Sabancı Üniversitesi bilinçli bir tercih miydi?
Hayır, benim için değildi, 18 yaşımdaydım. O ara kimsenin çok bilinçli bir tercih yaptığını zannetmiyorum. Ama çok hayırlı bir tercih oldu. Ailem akademik kadroya baktı, ayrıca burs almaya da hak kazanmıştım. Böylece karar verdim.
Burs alabildiğine göre başarılı bir öğrenciydin.
Evet. Burs lafından yola çıkarak bir anımı paylaşmak isterim.
Sabancı’da üniversite hayatına başlayınca sanırım hayatımda bir daha hiçbir zaman göremeyeceğim kadar çok akıllı bir insan grubuyla bir araya geldim, sınıf arkadaşı oldum. Küçük bir alanda bulundum, ders aldım. O zaman ki öğrenciler eminim üniversitenin kuruluşundan beri burada olan başkalarıyla da konuştuğunuzda bahsediyorlardır çok çok zeki, çok başarılı, çok özel, bir grup insandı. Hocalar da çok çok iyiydi ama, öğrenciler apayrıydı.
Tabii arkadaşların onlar senin.
Şöyle bir anekdotum var: Hazırlığı atlayarak doğrudan birinci sınıfa başlamış o 50 öğrencinin ders aldığı sınıfa giriyordum. İlk haftalarda 6-7 kişinin sınıfa aynı sırt çantalarıyla geldiklerini farkettim. Çantalar bildiğim bir marka falan değil. Koyu lacivert üzerinde bir yuvarlak logo olan bir çanta birkaç kişinin elinde var. Hepsi aynı yerden almış diye düşünüyorum. Bir gün birisinin yanına oturdum ve şöyle eğilip baktım, çantanın üstünde “dünya liselerarası matematik olimpiyatları” yazıyordu. Diğerlerine de dikkat ettim hepsinde matematik değildi bir tanesi matematik olimpiyatıymış, bir tanesi kimya olimpiyatıymış, bir tanesi bilgisayar olimpiyatıymış. Yani Türkiye’yi olimpiyatlarda temsil eden 6-7 kişi vardı o 50’nin içinde. Ben çalışkan, iyi bir öğrenciydim ama, doğrusunu söylemek gerekirse o grubun içinde sönük kalıyordum, çok akıllılardan biri değildim büyük ihtimalle.
Bence mütevazı davranıyorsun, sen de o grubun içindesin. O dönemde, Bilim Olimpiyatlarında Türkiye’yi temsil etmek Sabancı Üniversitesi’nde burslu okumayı sağlayan şartlardan biriydi. Böylece çok başarılı öğrenciler Sabancı’da toplandı.
Olabilir tahmin ediyorum. Bir de tabii üniversiteye geliyorsunuz ve bu insanlarla birlikte ders görmeye başlıyorsunuz. Onlarla aynı sınıfta olmakı insanı fena halde hizaya sokuyordu, mütevazı olmak zorunda kalıyordunuz çünkü çok zeki ve çok bilgiliydiler. Özellikle fen liselerinden gelen öğrenciler fen derslerinde tozumuzu atmışlardı. Öyle ki, normal şartlarda not ortalaması bir çan eğrisidir değil mi? Bizde başarı grafiği iki hörgüçlü bir deve gibiydi onlar buradaydı, biz buradaydık.
İki hörgüçlü deve hoş bir benzetme oldu.
Ama aslında çok eğlenceliydi ve kesinlikle çok heyecan verici bir deneyimdi. O kadar çok başarılı insanla bir arada olarak onlara yetişmeye çalışmanın sınıfta herkesi daha çok motive ettiğini, müthiş bir enerji verdiğini düşünüyorum. Bu heyecan bir noktaya kadar sürüyor, sonra şu fen dersi bitse de kendime başarılı olabileceğim bir alan seçsem diye düşünüyorsun. Bu enteresan bir durum aslında bir yandan insan kendi sınırını görüyor. Liseye giriyorsunuz, lise seviyesindeki matematiği herkes yapıyor. Lisede 5 almak A almak zor bir şey değil, ama ilerledikçe daha tepeye çıkıyorsunuz ve daha az insanla rekabet etmeye başlıyorsunuz, o insanların kalitesi artıyor ve A almak sürekli zorlaşıyor. Bence bu, liseden üniversiteye gelen öğrencilerin hep karşılaştığı bir karmaşa, ilginç bir durum. Lisedeki gibi üniversitede de aynı başarının, yüksek notların aynı kolaylıkla alınabileceğini zannediyorlar, alamayınca şaşırıyorlar. Artık lisede değilsiniz, çok daha seçme bir grubun içindesiniz ve bu grupta en tepede olmak için daha çok çalışmanız, daha iyi olmanız lazım. Bunu görüyorsunuz, bir yandan da hangi alanda daha başarılı olacağınızı araştırıyorsunuz, kendiniz için en uygun alana karar vermeye çalışıyorsunuz.
Peki, en tepede olmak nedir sence? Öğrenci ya da akademisyen olarak.
Öğrenci olduğunuzda tepede olup olmadığınızı görmek kolay, kriterler belli, aldığınız notlar, hocanızın size yazdığı referans… iş hayatında nasıldır o konuda bir tecrübem yok ben akademisyenliği biliyorum. Akademisyen olmaya çalıştığınızda işlerin rengi değişiyor. Doktora programına giriyorsunuz, iki yıl boyunca ders alıyorsunuz, orada da tepedeki belli, dersleri en iyi yapan, en çok konuşan vesaire, ama ondan sonra zınk diye bütün bu işler duruyor ve sonra kendi başınıza bu sefer tez yazmaya başlıyorsunuz yani akademik araştırmayı yapmaya başlıyorsunuz ve orada işler değişebiliyor. Yine çok iyi insanlar, derslerde çok başarılı, çok iyi bir fikir bulup, yaratıcı olup, kendini motive edip ortaya iyi bir ürün çıkartabiliyorlar ama bunu yapamayanlar da var. Yani derslerde çok iyi olup, önüne bir görev konduğunda onu iyi yapıp, kendi başına bir şey yaratması gerektiğinde veya zaman çizelgesi diye bir şey olmadığında o motivasyonu kaybeden çok insan var. Onlar, mesela iyi akademisyen olmuyorlar başka alanlara gidiyorlar. O yüzden en tepede olmak sanırım biraz seçtiğiniz alanla ilgili. Akademisyen olduğunuzda en tepede olmak, en ilginç, en rağbet gören makaleleri, kitapları yazmak demek.
Anladım.
Bir de iyi bir hoca olmak tabii ki.
Değil mi? Öğrencilerle iyi iletişim kurmak.
Elbette.
Devam edecek…
Röportaj, GazeteSU - Nesrin Balkan ile Çarşamba Sohbetleri köşesinden alınmıştır.