Gazetelerde Sabancı Üniversitesi’ni ya da gündemi ilgilendiren konular hakkındaki fikirlerini beyan ederken gördük hep onu. Yemekhanede tepsisini kaldırırken ya da bisikletiyle kampusta gezerken karşılaştık onunla. Daha önce O hiç çocukluk anıları, cezaları, oyunları; kısacası 1940-1950li yıllarda çocuk olmak gibi konularda röportaj vermemişti.
Bu sayımızda Hoca Çocuklukları köşemizde rektörümüz Tosun Terzioğlu’ nu ağırlıyoruz.
Ne zaman, nerede doğdunuz?
1942’de doğdum. Laleli’de oturuyorduk. Koska Caddesi, 10 numara… O kış çok soğuk geçmiş. Annem, ciğercinin önünde ayağı kayıp düşmüş. O yüzden zannediyorum 10-15 gün erken doğmuşum. Esasında ismim de oradan geliyor. Çok zayıfmışım erken doğumdan dolayı. Babam ‘bebekken baktığımız zaman arka taraf gözükürdü’ diye takılırdı hatta. İlk ismim olan Ahmet’te zaten karar kılmışlarmış. Ama sonraları babam ‘tosun gibi olacak’ diye diye Tosun diye kalmış.
Çocukluğunuz nerede geçti?
Laleli’de geçti çocukluğum. İlkokulum oradaydı, Koca Ragıp Paşa İlkokulu. Halen mevcut olan bir ilkokuldur. Ailenin tek çocuğuydum. Ama çocukluğumun büyük bir kısmı, yazları özellikle; benim çok sevdiğim, annemin memleketi olan Manisa’nın Turgutalp Köyü’nde geçti. Anneannemin, dedemin olduğu yerde… Orada oyun oynayarak, çayda balık tutarak, ninemin ineklerini sürüye götürerek.
Türkiye çok, çok daha fakir bir ülkeydi.
1940’larda çocuk olmak deyince, ne geliyor aklınıza?
Bir kere Türkiye çok daha fakir bir ülkeydi. Çok, çok daha fakir bir ülkeydi. Arsada oynamak diye bir şey vardı mesela. Sonradan anlıyorum ki, bizim arsa dediğimiz yerler yangın yerleriydi. Yani bir zamanlar yangın olmuş ve büyük bir arazi parçası öylece kalmış. İçinde hâlâ bina kalıntıları, dehlizler vardı. Dehlizlerde garip insanlar yaşardı, fevkalade fakir bir yerdi. Bizim Koska Caddesi’nin tam köşesinde bir çorbacı vardı. Şimdi artık çorbacı diye bir şey kalmadı. Orada sade suya çorba ve ekmek satılırdı. Daha sonra 1950’lere doğru pilav da satılmaya başladı. Çok fakir ve küçüktü İstanbul. Örneğin Mecidiyeköy’de kır kahveleri vardı. Yani, ‘şehrin dışına çıkıyorum’ derdin Mecidiyeköy’e gitmek için. İlk okuduğum gazete havadislerinden biri “Hacı Osman Bayırı’nda eşkıyalar yol kesti” idi. Hacı Osman Bayırı, bugün Büyükdere’yi Maslak’a bağlayan yol.Bugün eşkıya çıksa, ilk geçen arabanın altında kalır. Çok farklı bir Türkiye’ydi yani. Tempo çok daha yavaştı. İstanbul’dan Soma’ya gitmemiz, (Turgutalp Köyü Soma’ya bağlıdır) bir günümüzü alırdı. Vapura binip Bandırma’ya gidilirdi, Bandırma’dan trene binilirdi. Trenin tarifeye göre 5 saat sürmesi gerekirdi, ama ben hiç 5 saatte gittiğini hatırlamıyorum. 6 saatte gidersek ‘Baya iyi geldik’ derdik. Buharlı bir lokomotifti ve buharlı lokomotif Bandırma’dan rampayı çok zor çıkardı. Hatta gençler trenden atlayıp yanda yürürdü. Yaz günüyse, kenarlardaki erik ağaçlarından erik toplarlardı. Sonra da rahatlıkla trene geri binerlerdi.
Arsada oynardık dediniz. Ne tür oyunlar oynardınız?
Futbol! Küçük plastik topla… Zordu, çünkü arsalar düz değildi. Takım seçiminde ilk önce yokuş aşağı kimin hücum edeceği çok önemli bir şeydi. Hangisi daha avantajlıydı onu hiçbir zaman tam olarak çıkaramamıştık. Bana göre ikinci devre yokuş yukarı hücum etmek daha zordu. Onun dışında çelik-çomak oynardık. Bir de benim çok sevdiğim bir oyun vardı: Yağmurlu günlerden sonra o arsalarda, su birikintileri olurdu. Gölcükler oluşurdu. Bir gölcükten diğerine kanal açarak o suyun akışını seyreder, içinde bir şeyler yüzdürürdük. Yani çamurda oynardık. Su birikintisi dediğime bakmayın; çamurdu, başka bir şey değil. Okulun bahçesi vardı, ama okulun bahçesinde oyun oynamak kesinlikle yasaktı. Bir keresinde, 4. sınıfta orada futbol oynarken yakalanmıştık. Üstelik nöbetçi öğretmen Fatma Hanım da benim öğretmenimdi. Sert bir öğretmen olduğu için çok kötü oldu. İlkokulda epey ceza vardı ve o cezaların içerisinde dayak da vardı.