Mezunlarla İlişkiler

Tosun Terzioğlu ile

Söyleşi
21 Eyl 2011
Tosun Terzioğlu ile
kampüsteki doğal yaşam üzerine...

Tosun Bey, henüz kampüsümüz ortada yokken, inşaattan önce neler gördünüz?

Arazimiz bize tahsis edildiğinde bir takım sürprizlerle karşılaştık. Planlarda “ağaçlandırılmış bir saha” deniliyordu. Evet, bir kısmı ağaçlandırılmıştı gerçekten ama büyük bir kısmı bozuk makilikti. Esas sürpriz bizim için şu oldu; bugün gölün olduğu yerde gayet derin, yer yer 7–8 metreye varan biçimsiz bir çukur vardı. Birisi oradan yıllarca izinsiz, ruhsatsız olarak oradan kum çıkarmış ve satmış. Öyle bir çukurdu ki uzaktan baktığımız zaman çukurun içinde çalışan iş makinesi küçücük gözüküyordu. Akla gelen şeylerden bir tanesi, bu çukuru inşaattan çıkan hafriyatla doldurmaktı.  Bunun yerine, bu çukurdan yapay bir göl yapmayı düşündük. Önce çukuru düzelttik. Tabanına kil döşendi, üstüne de çakıl atıldı. Gölün yağmur suyuyla dolması seneler alacağı için, binalarımızın çatılarına gelen yağmur suyunu doğrudan doğruya borularla göle yollamaya karar verdik. O yeni bir kaynak oldu.

İkincisi; arıttığımız kanalizasyon suyunu da gerektiğinde göle almaya başladık. Bu şekilde göl gerçekten çok hızlı doldu. Ondan sonra, yazları gölün suyunu sulama amaçlı kullanmaya başladık. Yaklaşık 200 dönüm arazimizi yeşillendirdik. En kurak yıllarda bile şebekeden hiç su kullanmadan gölde topladığımız yağmur suyuyla veya temizlenmiş atık suyumuzla çimenlerimizi sulamayı başardık.

Binaların yapılacağı yerlerde bazı çam fidanları vardı. Onları kesmedik. Özel bir araçla yerlerinden çıkartıp, kocaman plastik varillerin içersine, bir nevi saksıya diktik. Onlar sulandı, inşaatlar bittikten sonra tekrar dikildi. Onları da o şekilde korumaya çalıştık.

Gördüğümüz bir başka şey ise, otoyolun karşı tarafındaki arazimizde bulunan ve çok değerli olan fıstık ağaçlarıydı. Fakat bir de baktık ki o çamların olduğu karşı taraftaki arazimizde, 40–50 dönüm çam fidanı sökülmüş, orada da birisi kaçak olarak, gayet güzel (!) buğday tarımı yapıyor. Neyse artık ona da engel olduk. O tarafı koruyoruz.

Gölde doğal yaşam da gelişmeye başladı değil mi?

Tabii, gölde doğal yaşam gelişmeye başladı, biz biraz takviye ettik. Yani biraz ördek getirdik…

Balıklar da var sanırım.

Kaz getirdik, aynalı sazan da var. Balıklar sevdiler o ortamı. Göç eden yaban ördekler, yaban kazları var kışın. Karabataklar oluyor, martılar da çok seviyor gölü.

Bir başka problemli alanımız, gölden yeni yurtlara doğru olan yamaç. Orası tamamen çıplaktı. Daha inşaatlar sırasında bir sonbaharda müthiş bir yağmur oldu, oradan seller aktı. Gayet çirkin sel yatakları oluştu orada. O yamacı yeşillendirmek için aklımıza gelen şeylerden bir tanesi katırtırnağıydı. Katırtırnağı, kışın da yaprak dökmeyen, çok dayanıklı, yamacı seven ve ilkbaharın sonunda, yazın başlarında da güzel açan bir bitki. Orayı baştan aşağı katırtırnağı yaptık, şimdi yemyeşil gözüküyor. Mevsiminde de gayet güzel, sapsarı açıyor.

Siz kampüsteki bitki örtüsünün tamamının envanterini aklınızda tutuyorsunuz, öyle mi?

Epey biliyorum. Şuna dikkat etmeye çalıştık; gölün civarı ve yeni yurtların altındaki yamaç gibi bir kısım alanların mümkün olduğu kadar doğal gözükmesini sağladık. Öte yandan, örneğin akademik binaların etrafı ve yurtların avlularında şunu gözetmeye çalıştık; her mevsim bir hareket olsun, bir şey açsın, değişik mevsimlerde değişik çiçekler olsun. Bir de tabii, İstanbul’un meşhur ağacı, simge ağacı erguvan, ondan sonra da mor salkımlar. Mesela Atatürk Anı Yazıtı’nın yanından SGM’ye giden yaya yolunun çardağını mor salkımla kaplamak Güler Sabancı’nın fikridir. Hakikaten de çok, çok güzel oldu.

Hepimizin gözünün alıştığı bir sürü ağaç var; tanıdık ağaçlar, belki ismini bilmeyiz ama ben bu ağaçtan çok görmüştüm deriz. Ama hiç tanımadığımız ağaçlar da var. Mesela Çin ağacı denen pavlonyalar var, anavatanı Japonya olan ginko var, ondan sonra tabii bir de sakuralar var, ki o herhalde bir 5–6 yıl sonra muhteşem bir görüntü verecek. O sakuralar da esasında Güler Sabancı’nın eseri. Bir Japon iş adamıyla görüşürken, bize 1000 küsur tane sakura fidanının hibe olarak gelmesini sağladı. Sayı da müthiş bir sayı…

Sakuralar şimdi hiç göze çarpmıyor, şu anda yaklaşık 1.5 metre boyundalar. Bu ağaç, 5–6 metreye kadar büyüyor ve bütün ağaçlar aynı anda açıyor. Sakuralar boy attığı zaman suya yansıyacaklar, çok güzel bir şey olacak tabii.
 
Sakuralardan biraz daha bahseder misiniz? Yazınızda da bahsettiniz, Amerika’ya 3 bin tane gönderilmiş zamanında. Kampüsümüze bu sayının üçte biri gelmiş.

Çok ciddi bir rakam… Sakuralar gelirken ben internette bayağı araştırma yaptım. Mesela, Kanada’da bir üniversite web sayfasında, sakuralarından övünçle bahsediyor. Yazıyı okudum, 47 tane varmış. Övündükleri şey hakikaten güzel ama sayı 47.

Bir hikaye de hatırlıyorum ben. Japonlar sakuraları takip ediyorlarmış değil mi? Bizim kampüsümüzdekileri de takip ediyorlar mı?

Evet, tabii. Japonlar gelip bizden toprak analizi istediler. Toprak analizlerini yolladık. Ondan sonra sakuraların ilk dikimine gelip onlar da baktılar, doğru dikiyor muyuz diye.

Yurtların gerisinde neler var?

Yurtların gerisinde bir çamlık var, onu koruyoruz, güzel de gelişiyor çamlar. Onun arkası boştu, biz tamamen ağaçlandırdık. Oraya değişik sedirler, selviler koyduk ki iki vadi muhteşem bir selvi ormanı oldu adeta. Bir de orada sel yatakları var, o sel yataklarının da doğal bitki örtüsü vardı. Bodur, palamut meşeleri, böğürtlenler… Onları da olduğu gibi bıraktık.

Kampüsle ilgili bir başka sorunumuz da yıllar içerisinde şuydu; çok büyük bir arazimiz var ve etrafta çit yok. Öyle bir zaman geldi ki, birtakım başıboş köpekler bizim çamlıkta toplanmaya, biraz da yabanileşmeye, sürü halinde dolaşmaya başladılar. Ondan sonra baştan sona çitle çevirdik kampüsü. Yanılmıyorsam 3 bin küsur metre çit yaptık; tabii epey masraftı ama bir emniyet oldu. Bir de şu güzel bir şey; tavşanlar üremeye başladı. Bu tavşanlardan tanesi Rektör Evi’nin bahçesini severdi. Çimeni seçe seçe yerdi. Benimle göz göze geldi bir gün, çok hayret etti, “sen burada ne yapıyorsun?” der gibi koşarak kaçtı.

Üniversitenin ilk yıllarında ağaç dikme etkinlikleri yapılmış, değil mi?

Evet. Zaman zaman dışarıdan misafirlerimiz de oldu ilk yıllarda. Sakıp Bey mutlaka katılırdı, Güler Hanım katılırdı. ODTÜ’nün kurucu rektörü Kemal Kurdaş’ın bir ağaçlandırma bayramımıza katılması benim için çok hoş bir anı. ODTÜ kampüsünün bugünkü haline gelmesi; yani Ankara gibi zor ağaç yetişen bir yerde bu kadar çok ağaç dikilmesini gerçekten Kemal Kurdaş’a borçludur Türkiye. Erdal Bey’le beraber ağaç diktiler, Erdal İnönü’yle birlikte. Herhalde bu etkinlikten önce, belki 30 yıl önce ODTÜ kampüsünde beraber ağaç dikmişlerdi.

Yurtların arka tarafındaki arazide yürüyüş yapılabilir mi?

Vallahi ben yapıyorum. Aşağı yukarı Rektör Evi’nin yanından başlayan bir toprak yol var ki, genelde çamur da olmuyor. O bütün çitin yanından yürüyerek aşağı-yukarı Hangar’ın olduğu yere çıkabilirsin. Ama epey sürer, yani şöyle 1.5 saat sürer. Bu yolun tam yarısında, yurtlara doğru giden bir toprak yol var, eski ağaçlandırma toprak yolu; orası da güzeldir. Onun etrafındaki çamlar bayağı büyüdü. Bir de sessiz yürürsen orada ayağının altından tavşan kaçması ihtimali çoktur, orayı tavşanlar da seviyor benim anladığım kadarıyla.

Çok enteresan değil mi tam endüstriyel yapılaşmanın ortasında böyle bir yer yaratmış olmak?

Evet, doğru ve giderek daha da güzelleşecek. Zaman istiyor tabii ağaçların büyümesi. Mesela yurtların arkasında ağaçlandırdığımız iki vadiyi doğrusu ben unutmuştum. Oraya biz birçok cins, değişik değişik cinsten selviler dikmiştik. Evvelki sene bir gittim, bayağı bir kocaman selvi korusu olmuş orada. Korumak çok önemli…

Peki Tosun Bey, çok teşekkür ederim.

Röportajı yapan: Elif Gülez / Pazarlama Yöneticisi - SU Dergi Editörü

* Bu röportaj SU Dergi Sayı: 11 / Mayıs - Ekim 2011’den alınmıştır.

Bu yaziyi paylas