Haluk Bal: “İnsanın yaşamını belirleyen çok önemli anlar var. Bir deniz kazası tüm yaşamımı belirledi. Darüşşafaka’ya girmek de benim için çok önemli bir dönüm noktası oldu. Sekiz yıl okuduğum bu okulda çok iyi bir eğitim aldığımızı düşünüyorum. Darüşşafaka’da okumuş olmasaydım ne yapardım, düşünmek bile istemiyorum. Maddi imkanlarımız kısıtlı olduğundan Karamürsel’de sıradan bir eğitim alacaktım ve farklı bir yaşamım olacaktı.”
Sabancı Üniversitesi’nin üst düzey idari yöneticilerinden, Genel Sekreter Haluk Bal, yeni akademik yılda Çarşamba Sohbetlerinin ilk konuğu oldu. Üniversitenin güler yüzlü, yıllar geçse de genç ve dinamik görüntüsü değişmeyen, kampüste öğrenci, çalışan, akademisyen herkesle her zaman sıcak ve samimi bir şekilde sohbet eden bir genel sekreter. İlk geldiği günlerde en çok fiziği ile konuşulmuştu. Bir çalışanımızın onu ilk gördüğündeki tepkisini çok iyi hatırlıyorum. “Yeni genel sekreteri gördünüz mü ne kadar yakışıklı tıpkı Alain Delon gibi” demişti.
Haluk Bal ile bilinmeyen yönlerini, üniversite yönetiminde olmanın nasıl bir durum olduğunu, akademisyenler ve öğrenciler ile ilişkisini, geçmiş iş deneyimlerini konuştuk. Haluk benim için Sabancı Üniversitesi Genel Sekreteri olmasının çok ötesinde anlam taşıyor, çünkü yaşamlarımızda çakışan, ortak bir geçmişimiz var. Haluk Bal ile söyleşi yapmak benim için de özel bir sohbet oldu. İlk bölümü bugün, devamını haftaya okuyabilirsiniz.
Şubat 2005 tarihinden beri Sabancı Üniversitesi Genel Sekreterisin. Yakında dokuz yıl olacak. Üniversitede zaman nasıl geçti?
2005 Şubat’ında karlı bir günde başlamıştım. Genel olarak zaman çabuk geçiyor derler ama gerçekten üniversitede çok çabuk geçti. Bilmiyorum yanılıyor muyum, senin için de ya da diğer arkadaşlarım için de aynı şey geçerli mi? Şirketlerde belli dönemlerde, belli şeyler tekrarlanır. Ama üniversitede bu durum daha da belirgindir. Mezuniyet törenimiz Haziran’ın son haftasıdır. LYS, akademik yılın başlangıcı, geleneksel olarak her yıl yaptığımız etkinliklerimiz, örneğin Sakıp Sabancı konferanslar serisi, Uluslararası Danışma Kurulu toplantısı hep aynı dönemdedir. Böyle olunca, üniversitede zaman daha hızlı geçiyor gibi geliyor bana. Hızlı ama keyifli geçti Nesrin. Yani genellikle öyle.
Peki başa dönelim ve klasik olarak çocukluktan başlayalım. Ağabeyimin Darüşşafaka’dan sınıf arkadaşısın. Darüşşafakalı olmak kardeş olmakla eş anlamlı sayılır çünkü sekiz yıl aynı yatakhanede yatıp, aynı yemekhanede yemek yediniz ve binlerce anı biriktirdiniz. Darüşşafaka yuvanızdı. Buradan bir bağımız var. Bunun yanı sıra biz Beşiktaş’ta aynı mahallenin çocuklarıyız. O nedenle iş arkadaşlığının ötesinde geçmişten gelen özel bir bağ var. Ayrıca, “yeni Genel Sekreter Haluk Bal oldu” dediklerinde gurur duydum.
Senin bebekliğini bilirim dersem doğru söylemiş olurum, değil mi? Dediğin gibi seninle çok eskiden beri tanışırız. Burada tekrar beraber olmak da çok güzel, hoş bir sürprizdi. En baştan başlarsak. Ekim 1954 doğumluyum. Karamürsel’de doğdum. Annem Boşnak. Bir yanımız göçmendir. Anneannem 1900’lerin başında 13-14 yaşlarında ailesi ile Saraybosna’dan gelmiş ve Karamürsel’in Semetler Köyü’ne yerleşmişler. Daha doğrusu o köyün kurucusu olmuşlar. Annem Semetler Köyü’nde doğmuş. Baba tarafım Karamürsel’in yerlisi. Soy, sopa çok meraklı olduğumdan değil ama rahmetli amcam 1940’lı yıllarda Karamürsel’de Belediye Başkanlığı yaparken, arşivlere erişme imkanı var, baba tarafımızın soyağacını çıkarmış, fotokopisi hala vardır. Buna göre baba tarafımın soyu Şeyh Edebali’ye kadar gidiyor. Yani Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucularından. Ben de arada bir eşim Buket’e , “Karşında Osmanlı Hanedanı’nın temsilcilerinden biri var” diye takılırım. Beş kardeşmişiz. Maalesef 1958 yılında, 1 Mart’ta Körfez’de “Üsküdar Faciası” diye bilinen bir kaza yaşanıyor. Yaşı 60 cıvarında olanlar hatırlar, Karamürsel ile Kocaeli arasında ulaşımı sağlayan vapur battığında ben babamla ortanca ablamı kaybetmişim.
Üçbuçuk yaşında yetim kalmışsın.
İki kız iki erkek dört kardeş kalmışız, en büyüğümüz 12 yaş büyük ablam. Kardeşlerin en küçüğüyüm. Benden dört yaş büyük bir ağabeyim var. Onun büyüğü de ablam. Allah rahmet etsin, annemi de 2002 yılında kaybettim. Herkesin annesi çok değerlidir, şüphesiz.
Elbette.
Ama annemin şöyle bir özelliği var. Karamürsel gibi yerde 1958 yılında cahil, okuma yazma bilmeyen bir genç kadın dört çocukla dul kalmış. Çok zeki bir kadındı, çok da fedakar tabii. O dönemde Karamürsel'de liseye giden kız, parmakla gösterilir. İki ablam da Karamürsel’de, Gölcük’te lisede okudular. Ağabeyim öğretmen okulunu bitirdi. Hepimiz okuduk. Annem de hiç evlenmeden bizleri büyük bir fedakarlıkla büyüttü.
Darüşşafaka’yla tanışmam 1965 senesinde, dolayısıyla rahmetli ağabeyin Ersin ve ailesiyle tanışmam da o zaman oldu. Sekiz sene Darüşşafaka'da yatılı okuduk. 1973 senesine kadar. Olumlu ya da olumsuz insan hayatını çok derinden etkileyen, mihenk taşı diyebileceğim olaylar vardır. Babam öldüğünde çok küçük olduğum için çok az hatırlıyorum ama ailenin diğer fertleri çok daha fazla etkilendi. Babasız büyüdüm ama annem eksikliğini hissettirmemeye çalıştı. Ailemin maddi sorunları başta olmak üzere sıkıntıları en az hisseden çocuktum. Babası hayatta olmayan çocukların öncelikli olarak kabul edildiği Darüşşafaka’dan bir akrabamızın sayesinde haberdar olup, sınavına girmemi sağladılar. Darüşşafaka’ya girmek yaşamımda çok önemli bir dönüm noktası oldu. Sekiz yıl okuduğum bu okul çok önemli bir yer oldu benim için. Darüşşafaka’da çok iyi bir eğitim aldığımızı düşünüyorum. Bu okulda okumuş olmasaydım ne yapardım, düşünmek bile istemiyorum. Maddi imkanlarımız kısıtlı olduğundan Karamürsel’de herhangi bir ortaokul ve lisede okuyacaktım. Sıradan bir eğitim alacaktım ve farklı bir yaşamım olacaktı. Ama Darüşşafaka sayesinde bir yabancı dili çok iyi öğrendim. Daha da önemlisi Darüşşafaka hiçbir maddi karşılık beklemeden sekiz sene boyunca bizi yetiştirdi, baktı. Ailemizin yanındaymışız gibi.
Yani, kucak açtı.
Gerçekten kucak açtı. 1973 yılında mezun oldum. Biz Darüşşafakalılar birbirimize çok bağlıyızdır. Küçük yaştan itibaren sekiz sene birlikte yatılı okumak arkadaşlarınla kardeşlik kavramını geliştiriyor. Türkiye’nin dört bir yanından maddi imkanları kısıtlı yetenekli ve zeki çocuklara kucak açan bir okulda büyük bir ailenin bireyleri oluyorsun. Ortak özelliklerimiz var, aile yapılarımız çok benzer. Mezun olduktan sonra da bağımız kopmaz, arkadaşlıklarımız devam eder.
Darüşşafaka’dan mezun olduktan sonraki eğitimin nerede oldu?
Üniversite sınavına girdim. Darüşşafaka mezunları olarak hepimiz çok iyi üniversiteleri kazanmıştık. O kadar yüksek puanlar almıştık ki pazara gidip alışveriş yapar gibi, üniversite seçme imkanı doğmuştu. Boğaziçi'ne mi gireyim, başka bir üniversiteye mi diye kararsız kalmıştım çünkü tıp fakülteleri dahil olmak üzere her tarafa puanım tutuyordu. Ama tam olarak ne istediğimi bilmiyordum, bana bu konuda yol gösterecek kimse de yoktu. Biraz arkadaşlarımın de etkisiyle Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliğine yazıldım ve seviye sınavına girdim. Darüşşafaka mezunu olmama rağmen sınavı geçemediğim için hazırlık okumam gerekiyordu. Bundan çok hoşlanmadım ve herkesten sakladım. Ayrıca ne istediğime ilişkin çok net bir düşüncem yoktu. Çok bilinçli olmamakla birlikte sosyalist bir yapımız da vardı. Sonuç olarak “biz gariban ailelerden geldik, Boğaziçi zenginler kulübü gibi ne işimiz var burada” deyip yeni açılmış ve henüz hiç mezun vermemiş olan İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesine gittim. Birisi bana oradan söz etmişti.
Bir karar nasıl değiştiriyor insanın yaşamının yönünü.
Evet. Öğrencilerimiz için Sabancı Üniversitesi’nin sisteminin ne kadar sağlıklı ve doğru olduğu çıkıyor ortaya. Burada uyguladığımız, iki yılın sonunda program seçme özgürlüğü o dönemde olsaydı ne kadar müthiş olurdu. O zaman o imkan hiçbir üniversitede yoktu.
Olsaydı, yaşamın bambaşka bir yöne giderdi.
Evet ama çok mutluyum yaşantımdan iyi ki de böyle olmuş diyorum yani şanslıymışım da. Darüşşafaka’da okumakta şanslıyım, İşletme Fakültesi’nde okudum. Ve tabii üniversite yaşamımın geçtiği dönem 1970’lerin ikinci yarısı Türkiye’nin en sıkıntılı dönemlerinden biri. İşletme Fakültesi, İstanbul Üniversitesi özellikle Beyazıt’a, bazen nostalji gezisi yaparım. Çok severiz oraları, eski İstanbul, ama o zamanlar, tatsız bir bölgeydi, çok olaylar oluyordu. Okulda siyasi olayların en yoğun olduğu dönemdi. İlk sene okula devam edebildim, 73-74 döneminde. Sonrasında okulun kapalı olduğu uzun dönemler oldu. Okul kapalı olunca, paraya da ihtiyacım olduğundan çalışmaya karar verdim. Bir tanıdık vasıtasıyla yazları IBM’e eleman aldıklarını öğrendim. 1973 yılının yazında bir aylık süre için stajyerlik yapmak üzere IBM’e girdim. Giriş o giriş, 30 sene aynı yerde çalıştım.
30 sene müthiş, çok tutarlı bir insansın demek ki.
O zaman IBM gibi uluslararası şirketlerin imkanları çok iyi, çok iyi eğitim veriyorlar. Böyle şirketlerin eğitim verme, uzun süre personele yatırım yapma güçleri vardı. Ondan sonra rekabet falan, tabii çok değişti dünya. Öyle uzun süreli eğitim imkanları artık yok. Gerçekten de istisnalar dışında IBM emekli olunacak bir yerdi. Yani bu benim özelliğimden ziyade çalıştığım şirketin özelliğiydi. Çok keyifli bir dönem oldu. Bir aylık stajı bitirdikten üç ay sonra beni aradılar, memnun kalmışlar demek ki sağ olsunlar. Üç aylığına muhasebede bir elemana ihtiyaç varmış. O sırada okul zaten kapalıydı, üç ay çalıştım, sonra altı ay daha çalıştım. Biraz okul, biraz çalışma, okulu bitirdiğim 1978’e kadar IBM’de bu şekilde idare ettim. Mezun olduktan sonra çok sevdiğim hocalarımdan Prof. Mustafa Aysan’ın çıkardığı Banka Ekonomik Yorumlar Dergisinde birbuçuk yıl idareci olarak çalıştım. Prof. Aysan yeni mezun acemi çaylak biri olan bana, “gel finans sektörüne yönelik çıkarılan bu derginin başına geç” dedi. Senin çok iyi bildiğin konular bunlar ama ben hayatımda matbaa bilmem, dergi bilmem yine de yaptım. O dönemde Babıali yokuşunda tüm basının birarada olduğu yerde çalıştım. Basın kartı bile çıkartmıştık.
Dergicilik deneyiminden sonra ne oldu?
Hocalarımın önerisiyle Kanada Toronto’ya ablamın yanına yüksek lisans yapmaya gittim. Fakat Türkiye’de kısa dönem askerlik çıkınca, bu fırsatı kaçırmamak için dört ay askerlik yapmak üzere döndüm. Askerlikten sonra IBM’de bu sefer tam zamanlı olarak idari işlerde çalışmaya başladım. Önce muhasebe idari işler derken, sonra mizacıma daha uygun olan satış bölümüne geçtim ki çok isabetli bir karar verdiğimi düşünüyorum. Uzun yıllar satış mümessilliği, pazarlama müdürlüğü, sektör müdürü falan derken buraya gelmeden önce Sabancı-IBM ortaklığı I-BİMSA’da, satış direktörlüğü ve genel müdürlük yaptım. Sonra da üniversite. Üniversite hiç aklımda yoktu, o da ayrı bir macera tabii.
Üniversiteye gelene kadar yolunu belirleyen mihenk taşları; Üsküdar Faciası ve babanın vefatı, Darüşşafaka, üniversite seçimi, askerlik faktörü gibi dört-beş belirleyici konu hayat yolunu çizmede çok önemli köşe taşları olmuş.
Ama hep hızlı karar verdim biliyor musun, böyle bir alışkanlığım vardır. Genellikle sonuçları olumsuz olmadı. Şöyle söyleyeyim: Başlangıç olarak 1973’ü sayarsak, 30-32 sene, az değil. Bu kadar uzun süreyi aynı şirkette geçirmek. İşte IBM böyle bir şirketti. İnsan orada çalışmaktan hiçbir zaman sıkılmıyor. Özellikle satış-pazarlama bölümleri çok hareketli. Sektörler değişiyor, bölgeler değişiyor, müdür oluyorsun vesaire, o heyecan IBM’de 30 sene çalıştırıyor insanı.
Sektörün çok yeni olmasının da etkisi var sanırım. Teknoloji, çok hızlı gelişen bir alan olduğu için, o dönemin en önemli iş kollarından biriydi.
Doğru, Türkiye’de de, dünyada da bu işe en yoğun yatırım yapıldığı zamanlarda ben şirketteydim, dolayısıyla güzel zamanlardı, yani kazançlı büyüme zamanlarıydı.
Gerçekten kariyerinde şanslıymışsın diyebiliriz değil mi?
Evet, kesinlikle. İtiraf ediyorum, şanslıymışım.
Çok güzel. Daha sonra bambaşka bir alana, üniversiteye geçtin. Sabancı Üniversitesi gibi özgün bir sistemi olan, iddialı bir kuruma genel sekreter olmak kariyerinde çok önemli bir değişim.
Rüyamda görsem inanmazdım derler ya, böyle bir değişim.
I-BİMSA’da genel müdürken, Sabancı Holding 2004 yılı sonundan itibaren bilişim teknolojilerine yatırım yapmamaya ve bu ortaklıktan ayrılmaya karar verdi. Ayrılma gerçekleşince IBM’e geri döndüm. Bu değişiklik Kasım 2004’de oldu. Bu vesile ile hayatımın en uzun, en güzel tatilini yaptım. Fakat hazırlıksız bir dönüştü, IBM’de bana ne yapacaklarını bilemediler. IBM’in o sıradaki Genel Müdürü benim dönemimden, yıllarca beraber çalıştığım bir arkadaşımdı. Bana güzel bir oda verdiler. Kısa bir süre satış ekibine danışmanlık yaptım.
2004 yılını bitirmeden Güler Sabancı aradı. Güler Hanım o dönemde Holding Lastik Takviye Grubunun başındaydı. I-BİMSA olarak biz de o grupta olduğumuzdan en üst yöneticimizdi. Biliyorsun, Üniversitenin Kurucu Genel Sekreteri Hüsnü Paçacıoğlu da üniversiteden önce IBM’de idi. Halef-selef olarak, Hüsnü Ağabey ile biz IBM’den geldik.
Bu durumda, “IBM Sabancı Üniversitesi’ne genel sekreter yetiştirir” cümlesini kurabilirim.
Evet hoş bir tesadüf, gerçekten öyle oldu. Sanırım Hüsnü Paçacıoğlu da benim için referans verdi, sağ olsun. Güler Hanım, Tosun Beyden söz etti ve kendisi ile görüşmemi istedi. Tosun Beyi ismen tanıyordum ama hiç karşılaşmamıştık. Üniversiteye geldim, Tosun Beyle görüştüğümde, yeni bir genel sekreter arayışı olduğu anlaşıldı. Genel sekreterlik önemli bir yöneticilik pozisyonu olduğu için. Ciddi bir süreç yaşadık. Tosun Beyle konuştum, Ahmet Aykaç’la birkaç kez konuştuğumu hatırlıyorum, ama en son Güler Hanımla konuştuk. Hüsnü Ağabey’le de konuştuk. Böylece süreç tamamlandı ve Sabancı Üniversitesi günlerim başladı.
Genel Sekreterlik Sabancı Üniversitesi’nde önemli ve sorumluluğu çok olan bir görev. Akademik kadronun dışındaki tüm idari kadrolar sana bağlı. Adeta dört-beşbin kişilik bir kasabanın yönetilmesi gibi. İhtiyaçların giderilmesi, kaynakların verimli bir şekilde kullanılması, sistemin aksamadan çalışması. Ayrıca üniversite, paydaşları ile de bambaşka bir dünya. Kar amacı ile faaliyet gösteren bir şirketin yönetiminden sonra üniversitedeki ortama alışma sürecinden söz eder misin?
Üniversitede akademik dünyanın çok farklı gerçekleri, dinamikleri var. Öncelikle kar hedefi yok, sosyal sorumluluğu yoğun olan bir iş. Türkiye’ye ve bütün dünyaya yararlı çalışmalar yapılıyor, bir ticari şirketle o anlamda hiç kıyaslanamaz. Ama idari yanına baktığınızda, organizasyon yapısı itibariyle Sabancı da bu iş profesyonelce ele alındığı, kurgulandığı için, pazarlama ağırlıklı bir şirketin genel müdürlüğünden, böyle bir üniversitenin genel sekreterliğine geçmek, o anlamda çok çelişmedi. Öğrencilerimiz ile yaptığım görüşmelerde bazen “üniversite şirket gibi yönetiliyor” diye eleştirirler. Ben de onlara anlatırım, elbette kar hedefimiz yok ama kaynaklarımız sonsuz değil. Bu kaynakları öğrenci ve öğretim üyelerimizin yararına en verimli şekilde kullanabilmek için çalışıyoruz. İdari konulara baktığımızda, insan kaynakları süreçleri, mali işler süreçleri, son zamanlarda biraz büyüttüğümüz, senin de içinde olduğun tanıtım ve pazarlama, kurumsal iletişim süreçleri, kurumsal geliştirme birimleri, benim zaten daha önceden tecrübeli olduğum konular. Onlara hiç yabancılık çekmedim. Bilgi Teknolojisi biriminin ise zaten çok içindeydim.
I-BİMSA’dayken SAP yazılımını ve başka birçok yazılımı buraya biz sattık, biz kurduk, dolayısıyla üniversiteyle böyle bir tanışıklığım tabii ki var. Aşina olmadığım, birimler olarak Bilgi Merkezi ve öğrenci kaynaklarını sayabilirim. Bilgi Merkezi’nin dinamikleri hakkında çok fazla fikrim yoktu. Öğrenci kaynakları ise üniversiteye özel bir birim. Bunlarla ilgili öğrenmem gereken şeyler vardı. YÖK mevzuatı vardı. Ama tüm bunları kısa dönemde hallettik diye düşünüyorum. Sabancı Üniversitesi bana çok iyi geldi, ama ben de Sabancı Üniversitesi’ne iyi gelmiş olabilirim, bilmiyorum çalışanlara, sizlere sormak lazım.
Devam edecek…