Bu dönem Akademisyen Röportajları sayfamızın konuğu Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi'nin yeni dekanı… Basketboldan mühendisliğe, ekonomiden TÜBİTAK Bilim Ödülü'ne uzanan başarılı kariyeri ile adından söz ettiren Mehmet Baç ile geçmişi, ödülü, ekonomik kriz, dünya politikaları ve sanat üzerine konuştuk.
Prof.Dr.Mehmet Baç Özel Fransız St.Michel Lisesi'ndeki eğitiminden sonra 1983 yılında İTÜ Elektrik Mühendisliği ve Telekomünikasyon Bölümü'nden mezun oldu. Master'ını 1986'da Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü'nde; doktorasını 1990'da Kanada'nın Quebec eyaletindeki Université Laval'de tamamladı. 2002 yılından beri okulumuzda oyun teorisi ve ekonomi üzerine dersler veren Baç, şu anda Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi (FASS) Dekanı olarak görev yapmakta. Kendisi, bu yıl “mikroekomi alanında kurumlarda yolsuzluk ve rüşvet gibi yetkilerin kötüye kullanımını engellemeye yönelik denetim, ödül ve ceza sistemi tasarımı konularındaki uluslararası düzeyde üstün nitelikli çalışmaları” nedeniyle layık görüldüğü TÜBİTAK bilim ödülü ile de adını duyurdu.
Ekonomiye yönelmem tesadüfen oldu
Elektrik mühendisliğini isteyerek mi tercih ettiniz?
ÖSS’de ilk tercihimdi. Ama yaş 17-18, bilinçli değilsin… Sizin gibi şanslı da değiliz, girdikten sonra değiştiremiyorduk. 3 sene okuduktan sonra geriye de dönemiyorsun, hadi bitirelim diyorsun. Sonuçta %60’ı kaybolmuş bir zaman… Fene karşı daha fazla ilgisi olan bir çocuktum, ama sosyal konuları da severdim. Kendimi çok sözel ya da sayısal bir tarafa koyamazdım, şimdi de koyamam. O yüzden sayısal tarafı ağır bir sosyal bilim seçtim kendime.
Ekonomiye yönelmeniz nasıl ve neden oldu?
Tesadüf oldu aslında. O sırada sporla yoğun bir alakam vardı. Galatasaray’da yarı profesyonel olarak basket oynuyordum. Antrenmanlar yüzünden derslerin laboratuar kısımlarına giremiyordum. Mühendislik teorim fena değildi, diğerleriyle rekabet edebiliyordum. Ama iş pratiğe dökmeye gelince, laboratuar işlerim hep zayıftı. Sonra bir-iki staj yaptım. Oralarda lehimlerimin çok kötü olduğunu söylediler. Hatta bir gün çalışanlardan biri beni yanına çağırdı, "Bu böyle olmaz, bunlar çok kötü" dedi. Ben de kızdım, stajımı başka yerde bitirdim. Ama mühendis olmamaya da bu stajlar sayesinde karar verdim. Oradaki mühendisler sabah 9’dan akşam 6’ya kadar çalışıyorlardı, haftasonları yalnızca 1-2 saatleri vardı kendilerine ayırdıkları. Aldıkları para, para değildi. Ben de onlardan olmak istemedim. Elektronik mühendisliğinden kaçışım böyle oldu.
O ara çok yoğun bir dönemdi. 80 dönemi… Darbe falan derken, birkaç yıl da öyle kaybettim. Sosyal konular oldum olası ilgimi çekmişti. İşletme mi, ekonomi mi derken; kendimi ekonomide buldum. Master yaparken iyice sevdim, doktora da yapmaya karar verdim. Bunlar 3-4 sene öncesine kadar aklımın ucundan geçmeyen fikirlerdi. Şimdi öyle değil ama. Bakıyorum, birinci ya da ikinci sınıftan doktorasını bile planlayan, 10 yıl sonrasını kestirebilen arkadaşlarınız var.
Üniversite yıllarında basketbol oynadığınızdan bahsettiniz. Hatta 'eksisozluk'te sizin için "zamanın İbrahim Kutluay'ı" demişler. Devam ediyor musunuz basketbol oynamaya?
Herhalde iki devri birden görebilen, baya yaşlı bir öğrenci bunu yazan. Arasıra gidip Spor Merkezi’nde oynuyorum. Dün akşam mesela birkaç şut attım. Dün gece FB-GS maçı vardı, o yüzden boştu Spor Merkezi. Artık okul kalabalıklaştı, iğne atsan yere düşmüyor akşam saatlerinde.
Sürekli denetim altındayım!
Çalışmalarınız ve verdiğiniz dersler, oyun teorisi üzerine. Peki, günlük hayatta da oyun teorileri kurduğunuz, kafanızda bazı durumları o şekilde çözdüğünüz oluyor mu?
Kesinlikle etkileniyorumdur. Günlük hayatta şak diye farkına varmıyorsun ama kesinlikle oluyordur. Bence tüm ekonomi öğrencileri etkileniyor zaten, aldıkları eğitimin bir parçası olarak. En basitinden deneysel ekonomi diye bir şey var. Orada ekonominin kuramından çıkan, "şöyle durumlarda insanlar şöyle davranır" şeklinde önermeler var. Oyun teorisinin de bu tür önermeleri vardır. Bunları gerçek deneklerle test ediyorlar. Tutuklu açmazını (Prisoner’s Dilemma) biliyorsunuzdur. Bu tür teorileri test etmek için insanları bilgisayar karşısına oturtuyorlar, değişik durumlarda ne yapacaklarını seçtiriyorlar. Bu deneylerde deneklerin ekonomi öğrencisi olmamasına özellikle dikkat ediyorlar. Çünkü onlar stratejik düşünmeyi öğrenmişler. Karşılarındakinin nasıl düşüneceğini, bu yüzden kendilerinin nasıl düşünmeleri gerektiğini biliyorlar. İstemeyerek de olsa biraz da güvensizlik telkin ediyor olabilir karşınızdaki insanlara karşı bu tür konular üzerine çalışmak. Karşındakini farklı görmeye başlıyorsun. Eşim mesela geçenlerde fırının üzerinde bir saat var, onu ileri almış; sabahları bizim ufaklığı okula yetiştiriyoruz, geç kalmayalım diye. Ben de bunu bilmiyorum, geç kaldık diye acele ediyorum. O sırada eşim "Aman boş ver, o saati ben beş dakika ileri aldım" diyerek kendi rasyonelliğimize yenildiğimizi kanıtlıyor.
Eşinizle aynı okulda çalışıyor olmanın dezavantajları var mı?
Farklı bir insan olsam olabilirdi, ama pek yok. Eşim beni istediği zaman bulabiliyor; bazıları için bu hoş olmayabilir. Sürekli denetim altındayım!
Ödülünüzden biraz bahsedelim. Rüşvet üzerine çalışmayı neden seçtiniz?
İlhamı biraz gerçek hayattan geliyor. Bakıyorsun bir yanda iktisat teorisi, bir yanda gerçek hayatta onu kullanarak açıklamaya çalıştığın olaylar var. Araştırmacılar genellikle hangi konuda çalışacaklarına, özellikle teorik konularda çalışıyorlarsa, nerede açık olduğuna bakarak karar verirler. Bu konuda da literatürde açıklar vardı. Yapılmamış ve soru işareti olan konular… Benim ilgim de olmuştu konuyla. Özellikle Kanada’dan Türkiye’ye geldiğimde, gümrükten geçişimdeki sahneler hala gözümün önünde. Para falan dönmemişti ama o kadar kötüydü ki. Ne tür ilişkiler var, görebiliyorsun orada. İnsanlar şaşırmıştı hatta benim hiçbir aracı kullanmadan geçmeye çalışıyor oluşuma. Müdürün adamı zannettiler, korktular. Kısacası gerçek hayatta gördüğüm şeyler, kendi ilgim ve literatürdeki boşluk diyelim.
Tam olarak neydi araştırma konunuz?
Bir kurumda (rüşvet değil de) kötüye kullanma denilen, vaktini kendi çıkarları için kötüye kullanabilecek insanlar varken; bunları nasıl önleyebilir ya da azaltabiliriz sorusu üzerineydi. Denetleyenleri de denetlemek lazımdır, zira onlar da işin içine karışıp işbirliğine girebilirler. Tüm bunları parasal ve ceza yöntemleriyle silebilir miyiz, bunun maliyeti nedir. Bu tür sorular sorup onları analiz ettim. Kâğıt kalemle yani… Sonuçta gümrük kapılarına gidip bir saha araştırması değildi yaptığım.
Araştırmalarınız ne kadar sürdü?
Senelere yayıldı diyebilirim. Hala da üzerinde çalışıyorum. 1990’ların ortasında başladım; şu ana kadar yayınlanmış 6 tane makalem var bu konuda.
Türkiye'de uygulanabilir mi çalışmalarınız?
Uygulaması her yerde mümkün olabilir. O makalelerdeki teoriler, eğer şu şartlarda şöyle ödül sistemleri varsa, işbirliği olma ihtimali daha fazladır şeklinde sonuçlar veriyor. Bunu Peru’da da Türkiye’de de deneyebilirisiniz. Ama bazı şeyleri incelemek lazım… İnsanların aldığı maaşları, alabilecekleri rüşvetleri, verebilecekleri rüşvetleri, rüşvetten ne kadar fayda sağladıkları… Bunların uygulanabilirliğinden bahsetmek için, bu değişkenlerin ölçülebilir olması gerek.
Dekanlığa yükselmenizin, ödülle alakası var mı?
Bir alakası yok, bundan önce karar verilmişti. Zaten yükselmek demek yanlış, öyle gormüyoruz. Bir çeşit hizmet bu Ama acayip derecede itibar görüyor. Selam vermeyenler selam vermeye başladı.
Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekanı olarak sanatla aranız nasıl?
Sanat, çok sevdiğim fakat yeterince vakit ayıramadığım bir uğraş, entelektüel bir ilgi alanı benim için. Ben hep bilgi alanımı geniş tutmaya çalıştım, hiçbir bağlamda özellikle iyice derine girmek istemedim. Onun yerine bilgi yelpazemi geniş tutarak ilerlemek istedim ve bu yelpazede sanata da yer vardı hep. Okurum, sergileri görmeye çalışırım. Şimdi işimden dolayı mutluyum. Hepsiyle ilgilenmek zorundayım çünkü. Örneğin, davet olmasa Dali Sergisi’ne gidememiş olabilirdim şu ana kadar. Ama bu biraz da şehrin büyüklüğünden kaynaklanıyor. Çıkıp buradan Emirgan’a gitmek için yarım gününü vermen gerekiyor. Dali Sergisi, Orhanlı’da olsa 3-5 kere gitmiştim şimdiye kadar.
Edebiyatta tercih ettiğiniz biri var mı?
Fransız edebiyatını kendi dilinden okumak çok güzel bir şey… Bazı dillerin abideleri vardır. İngilizceninki nasıl Oscar Wilde’sa, Fransızcanınki de Marcel Proust’tur benim için. “A la recherche du temps perdu” (Kayıp Zamanın İzinde) en sevdiğim eseridir. Çok güzel bir dil kullanımı vardır. Bir paragraflık cümleler kurar, ama içinde kaybolmazsın.
Fransızca bilmenizin Kanada’da da faydası olmuştur herhalde?
Kanada’da konuşulan Fransızca, apayrı bir Fransızca… İlk gittiğim zamanlarda, bunlar nece konuşuyor deyip durmuştum. Zamanla bir kulak aşinalığı oldu, anlamaya başladım sonraları. Zaten Montréal, İngilizce ve Fransızca konuşulan iki akıntının birleştiği yerlerden biri Kanada’da. Bol bol İngiliz kökenli yaşıyor Quebec’te. Ama yine de bir parça tansiyon var aralarında. Dışarıya İngilizce afiş asmak yasak mesela… Karşı olanlar da vardır, saçma da geliyor olabilir; ama dilleri korumak adına böyle şeyler düşünülebiliyor.
Batarsak beraber batıyoruz, hepimiz aynı geminin içindeyiz.
Biraz güncel konulara geçecek olursak, küresel bir ekonomik krizin geleceği belli miydi?
Kriz dediğiniz, birdenbire olur. Olacağını öngörenler vardı ama kimse kestiremiyor tabii böyle şeyleri. Durumun vahametini içten bilen insan sayısı fazla olmuyor. Komünizmin çöküşü gibi, önceden bilinmiyor. Ana sorun batma ihtimali yüksek kredilerin verilmesi. Onların geri ödenememesi de problemi yarattı. Asıl kaynak; sistemin kime, hangi kalitedeki insanlara kredi verilebileceğinin iyi değerlendirilemiyor olması. Firmalar bu konuda kendi otokontrol sistemlerini çalıştırıyor zannediyorduk. Kriz özellikle finans ve inşaat sektöründeki firmalardaki geri ödeme problemlerinden kaynaklandı, sonrası çorap söküğü gibi büyüyerek gitti. Birdenbire su yüzüne çıktı her şey.
Kapitalizm açık vermeye başladı diyebilir miyiz?
Yüzde yüz; bir iyi işleyememe sorunu var. Ama o kadar içinden çıkılamayacak bir durum yok bu kadar ciddi şeyler söylemek için. Bu kriz bir durgunluk yaratacak. 1929-30 krizi gibi olmayacak bence ama üretimin yüzde 10 düşmesi bile çok etkiler dünyayı… 10 kişiden biri işsiz kalacak gibi düşünmek yanlış olur ama herkesin gelirinde bu miktarda bir azalma olacak diyebiliriz. Ama şu anda bütün ülkeler koordine bir şekilde yaklaşıyorlar krize. Böyle bir teoriye de inanıyorum ben zaten, bir felaketin eşiğine geldiğimizde insanlık toparlanıyor biraz. Köyde de bir yer yanmaya başladığında mesela, bütün ahali toplanıp su dökerler kovalarla. O tür bir şey var. Batarsak beraber batıyoruz, hepimiz aynı geminin içindeyiz. Şu an herkes çabalıyor toparlanmak için. Tabii ben daha az koyayım, o daha fazla koysun; ben daha az su getireyim, o daha çok döksün olayları var. Ama bir işbirliği sağlanıyor. Çok da uzman değilim ama iyimserim bu konuda.
Türkiye’nin krizden daha az etkileneceği gibi bir durum söz konusu mu?
Göreceli… 8 sene önceki Türkiye’ye göre çok daha az etkilenir bugünkü Türkiye. O günkü durumumuzda olsak, şu an toz duman olmuştuk. Bankacılık sektörü zaten dokunsan yıkılacak haldeydi o zamanlar. Diğer yandan, Türkiye’yi kiminle karşılaştırdığınıza da bağlı… Sorunun kaynağı ABD’deydi. Sen de çok bağlıysan dışarıdakine, o yıkıldı mı sen de devriliyorsun. Ne kadar az küreselleşmişsen, bu krizlerde o kadar iyi senin için. Kapalı bir ekonomiye sahip olan eski Arnavutluk mesela… Ne kadar etkilenebilirdi ki bu krizden? Ama küreselleşmezsen de değişimden fazla faydalanamıyorsun. İthalat-ihracat olanakların o kadar çok olamıyor, karnın daha az doymuş oluyor normal zamanlarda.
Keşke zamanı geriye alabilsek de, Bush’un yaptığı hatalar yapılmamış olsa...
Bir ekonomist gözüyle Amerikan başkanlık seçimlerinde Obama’nın seçilmesi nasıl etkileyecek dünyayı?
Pozitif, pozitif, pozitif… Herkes pozitif o konuda. Zafer naraları atılıyor. Umarım düşündükleri kadar pozitif olur her şey. Ama onun da yapamayacağı şeyler var. O da birçok şeye bağlı kalacak. Geçmiş onu bazı politikalardan ayrılamamaya sürükleyecek mecburen. Nasıl bir bataklığın içindeysen hemen çıkamıyorsan, o da istemediği bazı politikaları gütmek zorunda kalabilir, belki üzerinde baskılar da olacaktır bu konuda. Bir dönemde değil de, bir dönem daha seçilirse bir şeyler değiştirebilir. Krizi nasıl yöneteceğini de bilmiyoruz mesela. Bazen böyle çok popülist gözüken liderlerin çok daha kötüye götürdüğü olmuştur ülkeyi, Peron gibi. Obama o hataya düşmez umarım. Savaşı hemen bitirirse kötü olur mesela. Dereceli bir şekilde çekilmesi gerekir, daha kötüye gitmemesi için. Aslında keşke zamanı geriye alabilsek de, Bush’un yaptığı hatalar yapılmamış olsa. Şimdi zaten Saddam eceliyle ölmüştü belki de.
Son olarak, derslerinizdeki sınavlarda soruları ayrı bir kâğıtta dağıtıp, cevapları müsvedde kâğıtların arkasına yazdırmanız, öğrencilerin sizi çevreci bir hocamız olarak tanımasına yol açmış. Çevre konusunda yaptığınız çalışmalar var mı?
İsterim ama bunun gibi, şişeleri bidonlara atmak gibi basit şeylerin ötesine geçemiyorum. Öğrencileri bilinçlendirmek gerek bu konularda. Bedava diye satır satır her şeyi yazıcılardan basanlar var. Paralı olsa o kâğıtlar, öyle harcamazlar örneğin. Projeleriniz varsa, bana gelirseniz çok memnun olurum. Zevkle öğrenci kulüpleriyle işbirliği içinde çevre konusunda çalışmalar yapmak isterim.
* Bu röportaj Okyanus Dergisi Mart 2009 Sayı: 13'ten alınmıştır.
Röportajı yapan: Emre Eminoğlu